1. Home
  2. Browse by Author

Browsing by Author "Güneş, Abdulbaki"

Filter results by typing the first few letters
Now showing 1 - 18 of 18
  • Results Per Page
  • Sort Options
  • Loading...
    Thumbnail Image
    Master Thesis
    An Analyzing of the Targhib and Tarhib Verses in the Qur'ân in Terms of Body Language
    (2022) Öral, Zübeyde; Güneş, Abdulbaki
    Hakkı batıldan ayırma misyonuna sahip Kur'ân-ı Kerim, mesajını sunarken muhatap kitlesini gözetmiş ve muhatabına göre mesajını sunmuştur. Mesajının muhataplar nezdinde tesirli olmasını sağlamak amacıyla pek çok üslup kullanmıştır. Kur'ân'ın kendisine has olan bu üslubu dinleyenleri üzerinde derin tesirler oluşturmaktadır. Muhataplar üzerinde sağlanan bu etkinin kaynağı, insan psikolojisinin, ilgi ve ihtiyaçlarının göz önünde bulundurularak mesajın iletilmiş olmasıdır. Bu ifâde tarzlarından biri olan terğib ve terhib, Kur'ân mesajını müjdeleyici ve uyarıcı kılmaktadır. Kaynaktan alıcıya aktarılan mesajın daha anlaşılır ve etkili kılınması amacıyla iletişimde beden dili unsurları kullanılmaktadır. İletişimin vazgeçilmez bir ögesi olan ve duyguların dili olarak da ifâde edilen beden dili, İlâhî vahiyde yerini almıştır. Kur'ân-ı Kerim'de beden dilinin kullanılması, İlâhî mesajın muhataplar üzerindeki tesirini arttırmaktadır. Dolayısıyla beden dili Kur'ân-ı Kerim'de terğibî ve terhibî bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Ele aldığımız bu çalışma giriş ve üç bölümden meydana gelmektedir. Çalışmanın konusu, amacı ve yöntemi hakkında giriş bölümünde bilgi verdikten sonra ilk bölümde çalışmamızı üzerine bina ettiğimiz terğib ve terhibi, Kur'ân üslubu bağlamında ele aldık. Ardından iletişimde önemli bir role sahip beden dilini açıklayan ikinci bölümümüzü tamamladık. Beden dili ifâdelerinin yer aldığı âyetleri tespit ederek bunların terğibî ve terhibî tesirini tefsirlerden yararlanarak üçüncü bölümde inceledik.
  • Loading...
    Thumbnail Image
    Doctoral Thesis
    The Case Situation of Prisoners in the Light of the Qur'anic Verses
    (2019) Özdaş, Haşim; Güneş, Abdulbaki
    Fiili savaşın başlamadığı bir dönemde nazil olan Muhammed sûresi 4. âyette, esirlerin karşılıksız veya fidye karşılığında serbest bırakılması gerektiği bildirilmiştir. Bedir Gazve'si sonrasında inen Enfâl sûresi 67. âyette ise –düşman etkisiz hale getirilmeden esir alındığı için– Hz. Peygamber dâhil Müslümanlar, ağır bir dille ikaz edilmişlerdir. Buna rağmen gerek selef, gerekse muasır birçok İslâm âlimi, esirlerin karşılıksız veya fidye karşılığında serbest bırakma seçeneklerine, öldürmeyi ve köleleştirmeyi de eklemiş ve cariyeler ile köleleştirilen kadın savaş esirlerinden belirli şartlar altında nikâhsız yararlanıbileceğini öne sürmüşlerdir. Bu çalışmada savaş esirlerinin öldürülmesi veya köleleştirilmesi ile kadın savaş esirlerle birlikteliğin nikâhsız olabileceği iddialarının dayanakları irdelenmiştir. Tezin birinci bölümünde savaş esirlerinin hukukuna ilişkin âyetlerin ihtiva ettikleri hükümler üzerinde durulmuştur. İkinci bölümde Hz. Peygamber'e nispet edilen bazı uygulamaların; esirlerin öldürülmesine veya köleleştirilmesine delil teşkil edip-etmeyeceği incelenmiştir. Üçüncü bölümde esirlerin öldürülmesi veya köleleştirilmesi hususunda fukahanın ve muasır âlimlerin görüşlerine değinilmiştir. Dördüncü bölümde, kadın savaş esirlerle nikâh meselesi ele alınmıştır. Sonuç kısmında ise çalışmada varılan sonuçlara yer verilmiştir.
  • Loading...
    Thumbnail Image
    Doctoral Thesis
    Concepts of the Soul and the Devil in the Light of the Quran's Verses
    (2022) Polat, Muhyettin; Güneş, Abdulbaki
    İnsanlık tarihinin başlangıcından bu yana üzerinde düşünülen ve hakkında çeşitli fikirler öne sürülen temel konulardan biri de nefs olmuştur. İnsanı bilmeye ve tanımaya yönelik yapılan bütün araştırmaların ortak paydası, insanın nefsânî yönüdür. Tıp ve psikoloji gibi pozitif bilimlerin yanısıra; kelâm, felsefe, tasavvuf ve benzeri dinî ilimlerde yapılan çalışmalarda doğrudan veya dolaylı olarak nefsle ilgili konularda fikir beyân edilmiştir. İslâm âlimleri ile islâm filozoflarının titizlikle üzerinde durdukları bu konu, günümüzde de ehemiyetini muhafaza etmekte ve gelecekte de insanların zihinlerini meşgul edecek gibi görünmektedir. Cenâb-ı Allah, Kur'ân-ı Kerim'de, insanın manevîyatını mahveden ve insanı Allah'tan uzaklaştıran üç amansız varlıktan (nefs, şeytan ve nefsin hevâsı) bahsetmektedir. Kur'ân; bu üç varlıktan, nefsin daima kötülüğü emredici olduğunu ancak nefsin hem iyilik hem de kötülük yapabilme kabiliyetine sahip olarak yaratılmış olduğunu ve onun terbiye edilebilen bir varlık olduğunu, onun hevâsının da saptırıcı ve ondan kaçınılmasının gerekli olduğunu bildirmiştir. Ayrıca Kur'ân; azgınlıkta, şer ve kötülükte fevkalade bir yükselişle kendi sınıf ve benzerlerinin dışına çıkmış, kötü ve inatçı anlamına gelen ve terbiyesi mümkün olmayan şeytanın ise açık bir düşman ve saptırıcı bir varlık olduğunu beyân etmektedir. Tasavvufta kulun kötü huyları, çirkin vasıfları, kötü his ve davranışlarının mahalli olan nefs, kişinin en büyük düşmanı olduğundan onu ezmenin, kırmanın ve onu mücadele ile terbiye etmenin gerekli olduğu, insanın nefsini bu kötü huy ve vasıflardan arındırmadığı sürece de rûhen olgunlaşmasının mümkün olamayacağı ifâde edilmektedir. Felsefede ise nefsin buhar cinsinden latîf bir cevher olduğu, hayat, his, hareket ve irade gücünü yüklendiği belirtilmektedir. Onun maddeden ve cismânî görüntüden münezzeh olduğu, her şeyin nefsinin, onun kendisi ve hakikati olduğu, görülen ve görülmeyen âlemde haber verilen ve akledilebilen şeylerin mahalli olduğu, bedenin ölümüyle nefsin ölmeyeceği ve bedenle olan bağının ise onu yönetmesine ve ona etki etmesine bağlı olduğu ifâde edilmektedir. Bu çalışmamızda tezimizin temelini oluşturan nefs ve şeytan kavramlarının Kur'ân-ı Kerim, hadis-i şerifler, tasavvuf ve felsefede nasıl işlendiğini ve hangi anlamlarda kullanıldıklarını daha iyi anlamak için bu kavramlarla ilgili geniş kapsamlı bir inceleme yapılmıştır. Ayrıca bu kavramlar hakkında bazı filozof ve İslâm âlimlerinin görüş ve anlayışlarından da istifâde edilmiştir. Anahtar Kelimeler: Nefs, Kalb, Rûh, İblis, Şeytan.
  • Loading...
    Thumbnail Image
    Master Thesis
    Dirâse mevdû'iyye, tahliliyye havle'l-Mekâsidi'ş-Şer'iyye ve tetbikâtihâ fi sûreti Muhammed an objective, analytical study on the legal purposes and their applications in surat Muhammed
    (2020) Ahmed, Farhan Hawı Ahmed; Güneş, Abdulbaki
    Muhammed Sûresi, İslâm şeriatının getirdiği hükümlerin konulduğu Medine döneminde inen sûrelerdendir. Bu sûre, düşmanla yapılan savaş hükümlerini içermektedir. Sûrede savaş mevzusunun öne çıkmasından dolayı bu sûreye 'Savaş Sûresi' de denmiştir. Sûrede, esirlerle ilgili hükümler ve onların fidye veya karşılıksız bırakılmalarıyla ilgili hükümler konmuştur. Şer'î maksatlar (Makasıd-ı Şer'iyye), İslâm'ın, hayatın düzgün olması ve Allah'ın muradına göre tanzim edilmesi için getirdiği şeriat meselelerindeki önemli kavramlardır. Bu maksatlar, zaruriyyât, hâciyyât ve tahsîniyyât şeklinde üç aşamadadır. Zaruriyyât, bunların en önde gelenidir. Çünkü hayat, ancak zaruriyyâtın varlığıyla düzgün olur, ondan vazgeçmek mümkün değildir. İslâm şeriatı, zaruriyyâtın muhafazasının gerekliliğini vurgulamıştır ki o, din, can, nesil, akıl ve malın korunmasıdır. Zaruriyyâttan sonra onun peşine hâciyyat ve tahsîniyyât gelir. Bu üç mertebenin muhafazası, varlık ve yokluk tarafı şeklinde iki yönlü olur. Bu maksatlar, umum yönünden makasıd-ı amme, makasıd-ı hassa ve cüz'î ve küllî maksatlar şeklinde çeşitli kısımlara ayrılır. Makasıd-ı amme, şeriatın hükümlerinden belli bir türe mahsus olmayacak şekilde şeriatın bütün veya çoğu konularında ve alanlarında gözlemlenir ki, bu kısma şeriatın vasıfları ve büyük gayeleri girer. Makasıd-ı hassa da şeriatın belli bir konu veya birbirine benzer konuları gerçekleştirmeyi hedefledikleridir. Mesela şârinin aile hükümleri, mâlî icraatlar, hüküm verme ve şahitlik ve bağışlar gibi konulardaki maksatları bu kabildendir. Bir diğer çeşit de cüz'î maksatlardır ki bunlar, alış-veriş ve mehirden yararlanma gibi fayda ve iyiliği bazı insanlara dönen füru fıkıh hükümleriyle ilgili cüz'î illetler ve hikmetlerdir. Küllî maksatlar da devletin korunması, Kur'ân ve sünnetin tahrif ve tağyirden muhafaza edilmesi, muamelatın icrası, yardımlaşma ve hoşgörü ruhunun yayılması, ahlaki değerlerin yerleştirilmesi gibi ümmetin tamamı veya çoğuyla ilgili maksatlardır. Hüküm koymada makasıd-ı şer'iyyenin önemli bir yeri vardır. Zira Şari'nin hüküm koymada murat ettiği hedefine uygun, doğru uygulamanın gerçekleşmesi için hükümlerin konulma sebebi olan gayeler ve sırlar ancak makasıd-ı şer'iyye ile bilinir. Aynı şekilde makasıd-ı şer'iyye, şari'nin muradına ulaşabilen fakihin deneyiminin kuvvetine dayanır. Hükümlerin şer'i maksatlarını bilmek bazı yollarla gerçekleşir. Bunların en önemlileri şunlardır: Kur'ân, Arapların dilinde indiği için Arapçayı doğru bir şekilde anlamak, Kur'ân'ın getirdiği ifadelerin anlaşılması, o ifadelerin indiği dili anlamaya göre olacaktır. Şer'i maksatları bilme yollarından biri de İslâm şeriatının nasslarıyla o nassların hükümleri arasında Şari'nin bu hükümlerden muradına ulaşmak için irtibat kurmak, bir diğeri de yasama hükümlerinin getirdiği illetleri bilmektir ki, sûrenin içerdiği şer'î maksatları bilmek şer'î hükmün istinbatında bize yardımcı olan nassın delâleti, nassın işareti ve muktezası ile mümkün olur. Kur'ân, Muhammed Sûresi'nde kâfirlerin durumlarını, Allah'ı inkâr ve Muhammed (sas)'in getirdiği hak dinden diğer insanları alıkoymak gibi eylemlerini ortaya koymaktadır. Küfür, İslâm dininden çıkaran ve sahibini ebedi cehennemde bırakan şeydir. Kâfir de dinde kesin olarak bilinen bir şeyi inkâr eden kimsedir. Küfreden kimse adeta Allah'ın yarattıklarından bir şeyi inkâr etmiş gibidir. Allah'ı sıfatlarında, yarattıklarından birine benzeten, Allah'ın kendini tesmiye ettiği sıfatlarından birini inkâr eden ya da Kur'ân'ın Allah'ın kelâmı olduğunu inkâr eden kimse küfre girmiştir. İçinden Allah'ın bir olduğuna, bu dinin hak din olduğuna inanan ancak tekebbür, inat ve inkârından ötürü bunu diliyle söylemeyen kimse de kâfirlerdendir. Küfrün, inkâr ve yalanlama küfrü, büyüklenme küfrü, şek, insanları alıkoyma ve yüz çevirme küfrü ve nifak küfrü gibi kısımları vardır. Sûre-i celile, kâfirlere dair pek çok makasıd ve amellerin boşa gitmesi, öldürülme ve esir alınma, yok edilme ve yerle bir edilme, cehenneme girme gibi yaptırımlara sebebiyet veren şeyleri barındırmaktadır. Kâfirler söz konusu bu yaptırımlara işlemiş oldukları küfür ve Allah yolundan alıkoyma gibi amelleri sebebiyle müstahak olmuşlardır. Bunun sonucunda akıbetleri de ebedi kalacakları cehennem olmuştur. Mü'min görünüp, içlerinde küfürlerini gizleyenlere Kur'ân-ı Kerim münafık adını vermiştir. Münafıklar, Hz. Peygamber (sas) Medine'ye hicret ettiğinde Medine'de ortaya çıkmışlardır. O zaman bu kimseler, Hz. Peygamber'e ve ashabına açıktan karşı koyamadıklarından Müslüman görünüp küfürlerini gizlemişler, gizli bir şekilde Hz. Peygamberle savaşmışlardır. Büyük nifak sahibini ebedi cehennemde kılar. Çünkü o, Müslümanlığını ve Allah'ın hiçbir ortağı olmadığına ve Muhammed (sas)'in peygamber olduğuna dair imanını ortaya koymakta, hakikatte ise buna inanmamakta hatta bunu yalanlamaktadır. Allah'ın bir insana indirdiği kelâmıyla konuşup o kimseyi insanlara elçi yaptığına, Allah'ın izniyle onları doğru yola iletip azabından korkuttuğuna da inanmamaktadır. Bunun neticesinde münafıklar bu gibi fiillerine karşılık kalplerinin mühürlenmesi, tehdit, korkutma, lanete uğrama, şeytanın aldatması, yapmış oldukları iyiliklerin boşa gitmesi, sırlarının ifşa edilmesi gibi cezalarla cezalandırılmayı hak ettiler. Münafıkların uğradığı bütün bu cezalar, Allah'ın emirlerine karşı gelmeleri, Allah'a iman ve onun yolunda cihad etmede yer alan Allah'ın rızasını istememeleri gibi Allah'ı gazaba getiren amellere uymaları sebebiyledir. Bütün bunlar amellerinin kabul olunmamasına yol açmıştır. Kur'ân onları eleştirmiş, Hz. Peygamber'e tanıtmış ve onları ifşa etmiştir. Bu durum, onların işlemiş oldukları alçakça işler dolayısıyladır ki, Allah Teala onları dünya hayatında alçaklık ve rezillikle ve amellerinin boşa gitmesi ile tehdit etmiştir. Akıbetleri de cehennem olacaktır. Onlar, Müslümanlar için kâfirlerden daha tehlikelidir. Çünkü kâfirlerin tehlikeleri ve düşmanlıkları açıktır, ortadadır. Münafıkların ise ortaya çıkarılmaları kolay değildir. Çünkü onlar, İslâm örtüsüne bürünmüşlerdir. Bundan dolayı ancak İslâm ve Müslümanların zıddına olan noktalarda durmalarından tanınırlar. Mü'minler, Allah'a ve resulüne iman eden, peygamberin getirdiklerini tasdik eden, onun emrine uyup Allah'ı birleyen ve O'na hakkıyla kulluk edenlerdir. Bunların akıbetleri de Allah'ın durumlarını düzeltmesi, günahlarını bağışlaması, hidâyet ve takvalarını artırmak, dünya hayatında onları arındırmak ve saflarını temizlemek için çeşitli imtihanlarla sınadıktan sonra düşmanlarına karşı onlara yardım etmesidir. Ahirette ise, günahlarını bağışlayıp onları cennetine koyacaktır. Sûre-i celile, Allah yolunda cihad gibi Mü'minlere gereken ve onlara has şer'î hükümleri açıklamıştır. Cihad, zaruriyyâtı muhafaza için İslâm şeriatının getirdiği önemli hükümlerden biridir. Onun yüce gayelerinden bazıları şunlardır: İslâm dinine girme özgürlüğünü muhafaza etmek, kullarla ilgili şeâiri muhafaza etmek, Müslümanları sınamak ve ilâhî emirlere boyun eğme hususunda onları eğitmek, kâfirleri korkutup onların eziyetlerini def etmek. Sûrede Mü'minlere has şer'î hükümlerden diğer bazıları da Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığını bilmek, bütün işlerinde Allah ve resulüne itaatte bulunmak, dünya sevgisi ve ölüm korkusundan uzak durmayı emretmek, galip durumda iken barış çağrısı yapmamak. Sûrenin sonunda da Allah (cc) Mü'minleri Allah yolunda infak etmemekten sakındırmış ve Allah (cc)'a verdikleri sözlerini terk ederlerse onların yerine başkalarını getirmekle tehdit etmiştir. Anahtar Kelimeler: Kur'ân, Makasıd, Şeriat, zarûriyyât, hâciyyât, tahsîniyyât
  • Loading...
    Thumbnail Image
    Doctoral Thesis
    The Exegesis of the Qur'an With the Qur'an
    (2019) Çiftçi, Nurettin; Güneş, Abdulbaki
    Kur'ân, Allah tarafından vahyedilmiş son kitabtır. Temel gayesi insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak olan Kur'ân, bütün isim ve sıfatlarıyla açık, anlaşılır ve çelişkilerden uzaktır. İnsanlar, Kur'ân'ın indiği günden bu güne kadar anlaşılması için çok çaba harcamış ve sayısız eser ortaya koymuşlardır. Ancak o, mübîn bir kitab olduğu halde, insanların, siyasi ve mezhebi kaygılarından, kişisel menfaat ve önyargılı yaklaşımlarından dolayı bazen doğru anlaşılmamıştır. Kur'ân'ın, açık ifâdeleri ve onu tebliğ eden elçinin uygulayıp göstermesiyle kendi kendisini beyân eden bir kitab olduğu ortadadır. Kur'ân'ın kendi kendisini tefsir etmesi en önemli tefsir yöntemidir. Bazen bu yöntem terk edilmiş olsa bile Kur'ân'ın doğru anlaşılmasının ilk ve en önemli yolunun kendi kendisini tefsiri olduğu konusunda herkes hemfikirdir. Kur'ân'ın Kur'ân'la tefsiri onun âyetlerinin birbirleriyle anlaşılmasıdır. Bilindiği üzere Kur'ân tek seferde nazil olmamış ve konularına ayrılmamıştır. Bir konu ile ilgili âyetler Kur'ân'ın içine adeta serpiştirilmiştir. Bu sebeple onun doğru anlaşılması için âyetler arasındaki münasebet iyi bilinmelidir. Kur'ân bu anlamda muhkem müteşâbih ve mesânî bir kitabtır. Onun anlaşılması için bütünlüğünün esas alınması, kendisiyle nazil olduğu lisanın, indiği ortamın, nüzûl sebeplerinin, âyetlerin siyâk- sibâkının ve insan fıtratının iyi bilinmesi gerekir. Kur'ân'ın indirilmesi Allah tarafından ve bir ilimle olduğu gibi açıklanması Allah tarafından ve bir ilim iledir. Bu sebeple Kur'ân'ın öncelikle kendi içinden anlaşılması gerekmektedir. Kur'ân'ın te'vîlini yine kendisi yapmaktadır. Kur'ân üzerinde tefakkuh yapan kişilerin yapacağı şey onu te'vîl etmek değil onun Allah tarafından yapılan te'vîlini ortaya koymaktır. Bunun için de ön yargılardan uzak bir toplululuğun bu görevi üstlenmesi gerekmektedir. Kur'ân'ın Kur'ân'la tefsiri, mutlak ifâdelerin mukayyed yapılması, genel konuların tahsis edilmesi, özet olarak anlatılan bir konunun başka yerde genişçe anlatılması, farklı yerlerde anlatılan bir konunun birbirini tamamlanması, mücmel veya müphem geçen bir âyetin başka bir âyetle beyân edilmesidır. Ayrıca çelişkili zannedilen âyetlerin Kur'ân'ın bütünlüğü içinde uzlaştırılması ve garip lafızların daha sarih ifâdelerle tefsir edilmesi şeklindedir. Anahtar Kelimeler: Kur'ân, Tefsir, Kur'ân'ın Bütünlüğü, Muhkem, Müteşâbih, Mesânî.
  • Loading...
    Thumbnail Image
    Doctoral Thesis
    Kur'ân-ı Kerim'de Mali Hükümlerle İlgili Âyetler ve Bunların Fakirlik Sorununun Çözümündeki Rolü
    (2024) Hasan, Ameer Mohammed; Güneş, Abdulbaki
    Çalışmamız, Kur'ân'ın iktisat ve malî konular ile ilgili olarak belirlediği ilkelere göre yapılan ticari faaliyetler ve bu ticarî faaliyetlerin Kur'ân-ı Kerim'in belirlediği usûl ve esaslara göre yapılmasını konu edinmektedir. Bunun yanında, kalkınma, yatırım, üretim, dağıtım ve harcama konularında, Kur'ân'ın gösterdiği yolda ilerleme sağlamanın ve bu ilerlemenin fakirlik sorununa çözüm olmasını ele almaktadır. Çalışmamızın esas araştırma alanı; finansal krizler, ticarî daralmalar, üretim ve sanayi eksikliği, kalkınma ve yatırım düzeyinin düşük olması, insan kaynaklarının istihdamındaki yönetim sorunu gibi ekonomik problemlere çözüm bulup işsizlik ve toplumdaki yoksulluk oranlarının yükselmesinin önüne geçmektir. Çalışmada; mal ile ilgili zikredilen ahkâm âyetlerinin, şer'î kurallarla desteklenen çağdaş ekonomi teorilerine ve İslâm ekonomisi ilminin kendisiyle inşa edildiği bir dizi usul ve kaidelere dikkat çekilmiştir. Ayrıca zekât, miras, borç, kazanç ve finansal faaliyetlerin nasıl yürütüleceğine ilişkin davranışları düzenleme vasıtasıyla toplumdaki yoksulluk sorununun azaltılmasına yönelik mâlî ahkâm âyetleri de ele alınmıştır. Çünkü yoksulluğun etkileri ve olumsuz yönleri dinî, sosyal, düşünce, ekonomik ve sağlık hayatının çeşitli alanlarını kapsamakta olup, bu da özellikle çağımızda bireylerin ve toplumların yaşadığı en büyük sorunlardan biridir. Çalışmamız, Kur'ân-ı Kerîm'in mâlî konulara verdiği önemi de ele almıştır. Kur'ân-ı Kerîm, zekâtı kanunlaştırarak İslâm'ın üçüncü şartı haline getirmiştir. Aynı zamanda şeriatın makâsıtlarından beş zaruretten biri olarak kabul etmiştir. Mal, geriye kalan dört zaruretin (din, nefis, akıl ve nesil) oluşmasına vesiledir. Dolayısıyla bu zaruretler ancak Allah'ın (c.c.) insanlara geçim vesilesi kıldığı mal ile olur. projelerde, Kur'ân-ı Kerîm birçok âyette çalışmayı ve helâl rızık arayışını teşvik 1 etmiştir. Kazanmak, hayatın ihtiyaç ve gereklerinden biridir, çünkü işsizlik ve 2 başkalarından geçinmek ekonomik ve üretim bunalımına yol açtığı gibi çeşitli suç 3 türlerinin, sosyal ve ekonomik sorunların ortaya çıkmasına da sebep olmaktadır. 4 Haram kılınmış mâlî işlemler, tüm şekilleriyle Müslüman toplumlarda yoksulluğun 5 yayılmasının en önemli nedenleri arasında yer almaktadır. Aynı şekilde aylık maaşlara 6 bağımlılık da, özellikle gelişmekte olan ülkelerde, toplumdaki yüksek yoksulluk 7 oranının nedenlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Bu çağda yoksulluk 8 oranlarındaki artışın büyük bir kısmı insanın kendisinden kaynaklanmaktadır. Bu, ister 9 yaratıcısı ile olan ilişkisindeki kanaat, şükür, rızık gibi bazı tasarruflarından; ister 10 tefecilik, dolandırıcılık, sahtecilik gibi haram satışlar, ya da hırsızlık, gasp, rüşvet gibi 11 insanların paralarını haksız yere yemek şeklinde insanlarla olan ilişkisinden, bir başka 12 ifade ile günlük eylem ve işlemlerinden kaynaklanmaktadır. 13 Bu çalışmamızda ayrıca mâlî ahkâm âyetleri doğrultusunda zekât meselesi ve 14 çeşitleri, borç ve hükümleri, mirasın taksimi ve önemi gibi yoksulluk sorununun 15 çözümüne ilişkin en önemli konulara bilimsel ve pratik yöntemlerle ışık tutmaya 16 çalıştık. 17 Zekât; birey, toplum ve devlet için en önemli finansman kaynaklarından biri olup, 18 yoksulluk, finansal dengesizlik, piyasa canlılığının, kalkınmanın ve yatırımların 19 azalması sorununun çözümünde en önemli dayanak ve araçlardan biridir. İşsizliğin, 20 yoksulluğun, karaborsacılığın ve sosyal sorunların azaltılmasına katkıda bulunur. 21 Ayrıca nefsin kibirden, cimrilikten, açgözlülükten, tamahtan ve kötü ahlaktan 22 arındırılmasına da yardımcı olur. Zekâtın harcama yerleri ve türleri toplumun temel 23 ihtiyaçlarını karşılar. Bunlar da, yurt içinde ve yurt dışında ekonomik sistemin 24 istikrarını korumak için finanse edilmesi ve ihtiyaçlarının karşılanması gereken 25 gruplardır. 26 Zekâtın ve uygulama mekanizmasının yönetilmesi, zekâtın hukukî ve pratik bir 27 şekilde toplanması ve dağıtılması konusunda kurum ve kuruluşların birlik içinde 28 olmayışı, zekâtın hükmü ve önemi konusunda keyfi ve geleneksel bir bakış açısına yol 29 açmıştır.Zekâtın hukukî ve pratik bir şekilde toplanması ve dağıtılması hususunda 30 zekât ve uygulama mekanizmasının yönetilmesinde kurum ve kuruluşların birlik 31 içinde zekâtın hükmü ve önemi konusunda keyfi ve geleneksel bir bakış açısına yol 2 açmıştır. Dolayısıyla yoksulluk düzeyinin azaltılmasına çare olacağına, özellikle zekât 3 harcama yerlerinden yedinci sınıf olan 'fî Sebîlillah' kavramının anlamının 4 genişletilmesi bizzat para kaybının sebeplerinden biri haline gelmiştir. 5 Çalışmamızda zekâtın önemini ve yoksulluk sorununun çözümündeki rolünü 6 açıklayarak çeşitli hükümlerini ortaya koyduk. Aynı şekilde yoksulluk sorununun 7 çözümündeki etkilerinin ortaya çıkması için İslâm milletinin bu ilâhî sistemlerden 8 gerektiği gibi yararlanamamasının nedenlerine de işaret ettik. Önem açısından zekâttan 9 sonra ikinci sırada olan sadaka, yani gönüllü yardımlaşma yer almaktadır. Toplumdaki 10 yoksulluk düzeyinin azaltılmasında büyük rol oynar. Yoksullar ve toplum için en 11 önemli finansman kaynaklarından biri olarak kabul edilir. Nefisleri tamahkârlık ve 12 cimrilikten arındıran, sevgiyi ve fedakârlığı güçlendiren, toplum bireyleri arasında 13 dayanışmayı geliştiren bir araçtır. Çalışmada; dinî bir kurul tarafından desteklenen, 14 birden fazla şubesi olan tek bir kurumun tesisi, toplumun neye ihtiyacı olduğunu 15 belirlemek için araştırma ve takip komitesi kurulması ve finansal kaynakların ticarî ve 16 yatırım projelerinde kullanılmasına yönelik mekanizmanın geliştirilmesi amacıyla 17 uzmanların ve yatırımcıların bir araya getirilmesi gibi bu çağda infak konusunun 18 uygulanmasında en önemli pratik araçlar ve bilimsel yöntemler açıklanmıştır. İnfak 19 yapanların paralarını her türlü elektronik iletişim yoluyla harcamalarını kolaylaştıracak 20 bir teknik komitenin ve çağdaş bir altyapının oluşturulmasının da gerekli olduğu 21 vurgulanmıştır. 22 Miras sistemleri, ekonomide ve finansal faaliyetlerde etkin rol oynamakta, yatırım 23 ve üretim için uygun bir zemin oluşturmaktadır. Çünkü çoğu miras malı intikalden 24 sonra daha güç kazanmaktadır. Bunun yanı sıra mal tutumlu kişilerin elinden yeni 25 sahiplerin eline geçer, böylece piyasadaki canlılık ve ticaret artar, aynı anda da adalet 26 ve sosyal dayanışma gerçekleşir, bundan dolayı ekonomi, üretim ve yatırım faaliyetleri 27 olumlu yönde etkilenir. Mirasın dağıtımını ertelemek, birey ve toplum üzerinde büyük 28 etkiler bırakmakta, toplum bireyleri arasındaki ilişkiyi, yakınlığı ve sevgiyi 29 koparmakta, yoksulluk ve işsizlik oranını artırmaktadır. Böylece piyasada alım- 30 satımda durgunluğa, üretim ve geliştirme faaliyetlerinin azalmasına yol açmaktadır. 31 Özellikle ticaret ve yatırım alanında, ister büyük ister küçük ölçekli borçlanma ve borçlanmaya başvurmanın önemi, çağın bir gereği haline 1 gelmiştir. Toplum üyeleri, muâmele ve yatırımlar gibi ihtiyaç duydukları şeyleri satın 2 almak için buna ihtiyaç duyabilirler. Borçlanma, ticarî ve kalkınma projeleri sektörünü 3 güçlendirmenin, durgunluk ve daralma aşamasından canlılık ve yatırım aşamasına 4 geçmenin etkili bir aracı olarak değerlendirilmektedir. 5 İslâm'da mâlî işlemlere ilişkin hükümlerin meşruiyetinden kastedilen, bireyin 6 ve toplumun hayat bütünlüğünü sağlamak, işlerini ve geçimlerini iyileştirmek, yaşam 7 koşullarını kontrol etmek, adaletsizliği ve haddi aşmayı önlemek ve muâmelelerde 8 neyin helâl ve neyin haram olduğunu açıklığa kavuşturmaktır. Çünkü haram ve şüpheli 9 şeylere düşmemek için para kazanmaya dikkat etmek her Müslümana farzdır. Zira 10 Cenâb-ı Hak, kullarına sadece helâl şeyler yemeyi meşru kılmıştır. Belli bir plan 11 dahilinde kazanmak, malı korumanın ve artırmanın yollarından biridir. Çünkü mal, 12 Cenâb-ı Hakk'ın kullarına bir lütfudur. Bu açıdan ona gerekli ilgi ve itinanın 13 gösterilmesi gerekmektedir. Dolayısıyla Yüce Allah (c.c.) malı korumak, iyi 14 yönetmek, israf ve kayıplardan korumak için hükümler ve kurallar koymuştur. 15 Çalışmamızda şu sonuçlara ulaşılmıştır: 16 Mâlî ahkâm âyetleri, hükmün delâleti ister nass olan mantûk olsun, ister 17 istinbât ile mefhûm olsun, meşru mâli işlemlerdeki kural ve ilkelerden ibarettir. Bu 18 hükümler ayrıntılı veya kısa olabilir. 19 Mâlî hükümler, kolaylaştırma, insanları sıkıntıdan kurtarma ve mâlî işlemlerde 20 şer'î yöntemler ve alternatifler bulmak amacıyla meşru kılınmıştır. Amacı, mâlî 21 işlemlerde davranışsal ve organizasyonel maslahatları elde etmek, yolsuzlukları ve 22 adaletsizlikleri önlemektir. 23 Helâl ve haramın bilgisini araştırmak her Müslüman için bireysel bir farzdır. 24 Dolayısıyla ticaret ve mâlî işlemlere başlayacak kişinin alım-satım hükümlerini ve 25 bunlara ilişkin şer'î kaideleri öğrenmesi gerekir. 26 Cenâb-ı Hak, yoksulluğu bir taraftan fitne ve zulme engel olarak yaratmış, 27 diğer taraftan birey ve toplum üzerindeki yıkıcı etkilerine rağmen, hayat dengesi ve 28 hayatın devamlılığı için temel sebep kılmıştır. Yüce Allah, yoksulluktan üç şeyi 29 gerçekleştirmeyi murat etmiştir: Birincisi imtihan, ikincisi yaşamı kurmak ve sürdürmek, üçüncüsü de cezalandırmak ve azap etmektir. Hile ve aldatmanın pek çok türü bulunmakla beraber en kötüsü siyasi olmayışı aldatmadır. Siyasi aldatma, birey ve toplum için günümüz aldatmanın en kötü 1 ve en iğrenç türlerinden biridir. Bu; açlık, yoksulluk ve göçün başlıca nedenidir. 2 Savurganlık ve israf, yoksulluğun sebepleri arasındadır. İsraf sadece 3 zenginlerle sınırlı olmayıp fakirler de paralarını gereksiz yere harcayarak savurganlık 4 ve israf yapabilirler. Savurganlık ve israf kelimeleri eş anlamlı olmayıp Kur'an-ı 5 Kerîm'de anlamları farklı ele alınmıştır. Kur'an-ı Kerîm'de yirmi bir kez geçen israf; 6 para, eylem veya sözün -ister helâl dairede isterse haramda olsun- olması gerekenden 7 fazla sarf edilmesidir. Savurganlık ise parayı gereğinden fazla harcayıp bunu Allah'a 8 itaatsizlikte kullanmak anlamına gelir. 9 Nimete karşı şükür, her Müslüman'ın Allah'a karşı bir sorumluluğudur. 10 Nimete karşı şükür, refah ve zenginliğin nedenlerinden biridir. 11 Zekât fonlarını ekonomik yatırım projelerine veya cami, okul ve hastane inşa 12 etmek gibi topluma yönelik kamusal ve topluma fayda sağlayan hayır işlerine 13 yatırmak, Yüce Allah'ın (c.c.) zekâtın 'fî Sebilillah' sınıfındaki muradıyla bağdaşmaz. 14 Selefin yanında bu uygulama yoktu, ancak sahabe ve tâbiîn, zekâtın 'fî Sebilillah' 15 kısmının mücahidler ve sınırlarda bulunanlarla sınırlı olduğu konusunda ittifak 16 halindeydiler. 17 Zekâtın sarf yerlerinden biri olan 'fi sebillilâh' kapsamının genişletilmesi, 18 toplumda yüksek oranda yoksulluğun ve işsizliğin artmasına yol açar. 19 Kur'an-ı Kerîm, miras konusunu Nisa Suresi'nde üç ayette ayrıntılı ele 20 almaktadır. Bu ayetler, mirasın mirasçılara dağıtılmasıyla ilgili insan hakları açısından 21 en adil hükümlerini temsil eder. Her birine -şüphecilerin iddia ettiği gibi cinsiyete göre 22 değil- paraya olan ihtiyaç düzeyine göre az veya çok belirlenmiş payını verir. Çünkü 23 kadınların ve erkeklerin payı yarım veya iki kat ile sınırlı değildir. Mirasçıların 24 çocukları ve (baba tarafından) akrabaların varlığına göre değişir. Ancak çoğu durumda 25 kadınlar erkeklerden daha fazla alır. 26 İnsanlar arasındaki ticarî ve mâlî sorun ve anlaşmazlıkların çoğu, vadeli 27 satışlardan kaynaklanmaktadır. Yüce Allah (c.c.) bu sorunun çözümü için Kur'ân-ı 28 Kerîm'in en uzun suresindeki en uzun âyetini indirmiştir. Bu da borçların âyette 'yazı, 29 şahitlik ve ipotek' şeklinde belirtilen araçlarla belgelenmesiyle yapılır. 30 Borç, finansal işlemlerin düzenlenmesinde ve insanlar arasındaki ticarî 31 sözleşmelerin belgelenmesinde en büyük ticarî uygulamalardan biri olarak kabul edilmektedir. Gönümüzde borç alıp verme alım satım piyasasına hâkim olan ekonomik bir gereklilik haline gelmiştir. Müdâyene/Borçlanma ilgili ayetin kapsamına giren murabaha, taksitli satış, selem gibi işlemler, finansman ve yatırım gibi hususların gelişmesine katkı sağlamakta ve toplumdaki yoksulluk düzeyini azaltmaktadır.
  • Loading...
    Thumbnail Image
    Doctoral Thesis
    Kur'ân-ı Kerim'de Medeniyet Eğitiminin Temelleri
    (2019) Mousa, Mousa Smaıl; Güneş, Abdulbaki
    Şüphesiz ki medeniyet eğitimi Kur'ân-ı Kerim'de önemli bir yere sahiptir. Kur'ân medeniyetin inşası için bireyi yetiştirecek ve yeteneklerini geliştirecek yöntemler sunmaktadır. Medeniyet eğitimi, bedeni ve ruhu aynı anda eğittiği için, insanlığın birçok yönünü içeren geniş bir süreçtir. Bu kapsamda, binalar ve endüstri gibi kültürün maddi yönü de ele alınmaktadır. Öte yandan medeniyet eğitiminin kültürle güçlü bir bağı vardır. Zira kültür, medeniyetin manevi yüzüdür. Eğitimin işlevi sadece 'terbiye/eğitim' kavramıyla sınırlandırılamaz, çünkü aynı işlevi gören başka kavramlar da söz konusudur. Örneğin insan davranışını temizleyen ve değiştiren anlamındaki 'tezkiye' ile 'te'dib' ve 'tehzib' kavramları da bu konunun anlam sahiptir. Psikolojik etkenler, insana onurunu hissettirir, dengesini sağlar ve insanlık için medeni yaşamı geliştirmek adına tüm gücünü kullanmasına yardımcı olur. Kur'ân-ı Kerim'deki medeniyet eğitiminin birçok gayeleri ve hedefleri vardır. Bunlardan bazılar şunlardır: Medeniyetlerin doğuş noktası olan düşünceleri, duyguları ve hisleri ele alan manevi hedefler. Öte yandan, beden ile ilgilenen, insanı çalışmaya teşvik eden, tembellikten uzaklaştıran, sağlıklı olması için destek veren medeniyet eğitiminin duyusal hedefleri de vardır. Manevî ve duyusal hedeflere ulaşmak için, birçok yöntem izlenebilir: Doğru düşünce ve hayalden uzak olan bilimsel yöntem. Müslüman bireyi, gerek toplumsal gerek bireysel yönden ele alıp bütün yönleriyle oluşturmak için çabalayan beşeri yöntem. Sözü geçen bilimsel ve beşeri yöntemlerin mekanizmalarının çalıştırılmasında kullanılan tekniklerle medeniyet eğitiminin sürekliliği ve bekası garanti edilmelidir. Hiçbir medeniyet çalışmadan ve emek sarf etmeden gelişemez, dolayısıyla medeniyetin ilerlemesi başarılı ve etkin çalışmaya bağlıdır. Medeniyet eğitiminin uygulanabileceği farklı alanlar vardır. Örneğin bayındırlık, sağlık, ticaret, tarım ve sanayi gibi medeni toplumda somut şekilde ortaya çıkan, medeniyetin görsel yönleriyle ilgilenen maddi alanlar; insan ilişkisini iyileştiren, sanat, etik davranışlar ve düşüncelerle ilgilenen manevî alanlar ile toplum ve birey yaşamında yasama, politik ve idari yönleri ele alan ıslahat alanları gibi. Kur'ân-ı Kerim'de Müslüman bireyi islâm medeniyetini inşa etmeye yönlendirecek, bilimsel, beşeri ve teknik yöntemler gibi değişik yaklaşımlar bulunmaktadır. Kur'ân-ı Kerim'de medeniyet eğitimi, ortaya çıkacak sorunların çözümü ve medeniyetin yükselişinin korunması için belirli bir takım kurallara bağlı olması gerekir. Örneğin; insanın yaşadığı çevresini ve bütün dünyayı etkileyecek olan davranışları sınırlayacak kurallar; vefa, sabır, dürüstlük, doğruluk, tevazu, işbirliği, eşitlik, adalet, bağışlamak ve anlayışlı olmak gibi toplum, aile ve birey arasındaki bağların pekişmesini sağlayacak kurallar gibi. alanına girmektedir. Medeniyet genel anlamda üç ana faktörden oluşur: insan, hayat ve evren. Ayrıca din, medeniyetin oluşturulmasında büyük bir rol oynamaktadır. Çünkü dinî düşünceler, medeniyetin doğuşuna neden olan, medeni toplumu inşa eden ve tarihin rotasına ışık tutan temellerdir. Medeniyet eğitimi, niteliklerini Kur'ân-ı Kerim'den almaktadır. Dolayısıyla o, insanları yaratan Allah'ın koymuş olduğu semâvî bir metoda işaret eden Rabbanî bir eğitimdir. Ayrıca insanın dünya ve ahiret hayatını bir araya getiren kapsamlı bir eğitimdir. O, yaşamın her yönünü ele alan bütüncül, ihmal ve abartıdan uzak dengeli ve orta yollu bir eğitimdir, insana ve doğasına gerçekçi bakar, net ve pürüzsüzdür. Gerek ibadetlerde gerek ahkâmda insanoğlunun ihtiyaçlarına riayet eden kademeli bir eğitimdir. islâmî perspektifte medeniyet eğitimi aşağıdakilerin de içinde olduğu birçok temelden oluşur,Entelektüel Temeller: Evrenin doğru bir resmini yansıtan Kur'ân-ı Kerim'in evrene, insanın var oluşunun esas amacına ve ölümden sonraki ebedî hayata olan bakışaçısına ve hayatı medeniyetin vazgeçilmez bir unsuru olarak gördüğü zaman Kur'an'ın hayata bakışna odaklanmaktadır. Öte yandan Kur'ân-ı Kerim'in, evrene, insana ve yaşama olan bakışı, medeniyetin ve uygarlığın inşasını doğrudan etkilemektedir. Zira olumlu algılar insanların gelişmesine yardımcı olmaktadır. Bilimsel Temeller: ilim elde etme araçlarına ve bu araçların farklı yaşam alanlarında medeniyeti inşa etmek amacıyla insan hizmetine sunulmasına odaklanır. lim, toplumlardaki gelişme düzeyini ölçmek için sağlam bir ölçü olarak kabul edilir. Bunun için Kur'ân-ı Kerim, insan zihnini doğru bilimsel iklime yerleştirmiştir. inanç Temelleri: insana, varlığın gerçeğini doğru olarak görmesine yardımcı olur. insanlık hayatında Kur'ân inancının önemi, medeniyetlerin inşa edilmesinde kendini gösterir. Zira o, insanı eğitir ve onu mükemmelliğe yönlendirir, doğru yola iletir ve onu kaostan korur. Aynı zamanda insanı disiplinsizlikten uzaklaştırır, hayat felsefesini aydınlatır, medeniyetin gelişimine ve ilerlemesine yön veren azim ruhunu yerleştirir. ibadet Temelleri: insanın Rabbiyle olan bağını tesis eden temellerdir, Bu temeller duygulardan ve tepkilerden oluşan yaşamın tüm yönlerini kapsar; ihlas, tevekkül ve muhabbet gibi bazıları kalbi ibadet iken; diğer bazıları da zikir, öğretim ve doğru söz söylemek gibi kavli ibadetlerdir. Öte yandan namaz, zekât ve hac olarak tarif edilen fiili ibadetler de söz konusudur. ibadetler, medenî toplumları inşa etmek için önemli bir faktördür; zira insanı, dinî ve dünyevî işlevlerinde dengeyi sağlayan bir bireye dönüştürür. Yasama Temelleri: Kur'ân-ı Kerim'den çıkartılan hükümlerdir. Esnek ve geniş olan bu hükümler, bir taraftan insanın yaratanıyla olan bağını tesis ederken, diğer yandan Müslümanlar arasında kardeşlik bağını kurar. Ayrıca toplumu ve medeniyetlerin kazanımlarını yok olmaktan korur insanın aklını, canını ve malını güvence altına alır, kişiyi disipline alıştırır, güven ve istikrara yardımcı olur. Ahlâkî Temeller: insan davranışlarını, adalet, eşitlik, sevgi, sempati, fedakârlık ve dürüstlük gibi bireysel ve toplumsal düzeyde belirleyen ilkelerdir. Bu ilkelere göre hareket edildiği takdirde suç oranları düşür ve toplum daha fazla mutlu olur, dolayısıyla medeniyet sağlam temeller üzerine kalmaya devam eder. Psikolojik Temeller: Medeniyetin inşa edilmesi ve dengesini koruyabilmesi için önemli bir unsurdur. Çünkü insan psikolojik etkenler ardından sürüklenebilir, nefis de, isyankar ve inatçı olmasına rağmen iyi veya kötü eylemleri yapma gücüne
  • Loading...
    Thumbnail Image
    Master Thesis
    Kur'ân-ı Kerim'de Psikolojik Tutumlar ve Özellikler -konulu Bir Çalışma- Mevâkif ve Melâmih Nefsiyye Fi'l-kur'ân'il-kerim-dirâse Mevduʿiyye-
    (2022) Alı, Salah Hasan; Güneş, Abdulbaki; Rashıd, Ahmed
    Bu çalışma, Kur'ân âyetlerinde bahsedilen nefsle ilgili durumların, tefsiri bir bakış açısıyla yorumlanmasını içermektedir. Bu bakımdan çalışma, aynı zamanda Kur'ân'ın İ'caz yönünü psikolojik açıdan öne çıkarmayı da amaçlamaktadır. Kur'ân, sadece bir kanun kitabı veya sadece bir ibadet rehberinden müteşekkil bir kitap değildir. Kur'ân, hem hukuk, hem ibadet, hem toplumsal sorunlara reçeteler sunan bir rehber, hem de insanların iç dünyalarına dair bilgiler veren bir vahiy kitabıdır. Bundan dolayı Kur'ân, insanların sosyal hayatları olan dış dünyalarının imar edilmesiyle ilgilendiği kadar onların iç dünyaları olan psikolojileriyle de ilgilenmektedir. İnsanların iç dünyalarını elimizdeki psikolojik verilerden çok kişiler ve tipolojiler üzerinden ele alan Kur'ân, bu anlamda ele aldığı kişileri, olaylar ve ilâhî emirler karşısında ortaya koydukları tutum ve davranışlar üzerinden irdelemektedir. Bunlara genel bir isimlendirme olarak 'psikolojik tutum ve davranışlar' demekteyiz. Kur'ân'da bahsedilen psikolojik tutum ve davranışların önemi, insan davranışlarını olumlu ve olumsuz yönleriyle ele almasından ileri gelmektedir. Kur'ân, geçmiş ümmetlerden bazı kişilerin davranışları üzerinden bu tutum ve davranışları zikrederken, bazı durumlarda insanları ifsad etmeleri yönüyle delalete sapmış kişilerin tutum ve davranışlarını da ele alır. Bu anlamda olumlu davranışlar bakımından hidâyet yolunda çaba sarfeden ve aynı zamanda hidâyet üzere olan kişilerin tutum ve davranışlarını bir örnek hareket olarak öne sürmektedir. Kur'ân, negatif davranış durumları karşısında çözüm önerileri sunarken, pozitif davranışları da teşvik ederek cennetle müjdelemektedir. Bu, insanlığın bugün yaşadığı olumsuzlukları aklıselim bir tarzda açıklamaya büyük katkı sağlamaktadır. Aynı şekilde Kur'ân'ın bu konuları ele alması, hayatın farklı alanlarında, kişilerin maruz kaldıkları rahatsızlıklara ve hastalıklara çeşitli çözümler bulmayı geliştirmektedir. Bu sayede insan, davranışlarını kontrol etmeye, uygun çözümler sunmaya, hakikatlerin ve olayların doğasını anlamasına yardımcı olacak olumlu sonuçlara ulaşabilmektedir. Kur'ân, insan tipolojilerine atıfta bulunarak, onların şekilsel ve psikolojik açılardan ruhlarının en derin noktasına temas eder. Nitekim Kur'ân'ın bunları anlatmasındaki maksadı, bir hikâye veya bir olayı tarihsel bakışla anlatmak değildir. Aksine Kur'ân, bu olaylardan ve olaylar karşısında sergilenen bu davranışlardan ibret alınmasını istemekte ve doğru yola iletmektir. Nitekim Yüce Allah, iç dünyası olarak hidâyete kendini hazırlamış kişileri, Kur'ân vasıtasıyla hidâyete erdireceğini vadetmektedir. (Maide, 5/16). Bu bakımdan bu vaat, Kur'ân nassının insanların psikolojik yapılarına dair veriler içerdiğine ve bu veriler ışığında hareket edenlerin hidâyete erişeceklerine dair bir kanıttır. Kur'ân'ın değindiği bu mevzular, tarih boyunca önemini koruduğu gibi kıyamete kadar da bu önemini devam ettirecektir. Nitekim bu meselede önemli olan kişiler ve isimleri değil; Allah'ın kendilerine iyi ve kötü olma potansiyeli yerleştirdiği tipolojilerdir ki bunlar üzerinden hep insanların nefsi hayatlarıyla ilgili özellikler ele alınmakta ve bu durumlar karşısında çözümler de sunmaktadır. Bu anlamda Cenab-ı Allah bize Firavun'u, Haman'ı, Karun'u ve diğerlerini beşerin bozulmasının bir örneği olarak anlatmaktadır. Buna karşın, bize hayatlarını Cenab-ı Hakk'a itaatle geçiren insanlardan da bahsetmektedir. Eğer nefs, kibir, haksızlık ve zulmün yolunu tutarsa, bu da gösterecek ki bu nefsin içindeki ruh, Firavun ve benzerlerinin ruhlarıyla aynı yöndedir ki onlar, ilahlık taslama noktasında Allah'la mücadele yoluna kadar vardılar. Bunun sonucunda da sanki kendileri ıslah eden kişilerdenmiş gibi muvahhid müminlere asrın lisanıyla yozlaşmış damgası vurarak onları bozguncu ve terörist olmakla suçlayarak onlara zulmetme noktasına kadar vardılar. Ama eğer nefs, hayır ve ıslah yoluna girerse, bu durumda Allah'a çağıran ve kınayanın kınamasından korkmayan, bunun için her türlü zarara ve zulme katlanan peygamberler, nebiler ve onlara tabi olanların yoluna dahil olmaktadırlar ki onlar da böyleydi. İşte bunlardan biri olarak Hz. İbrahim (a.s.), şirkten beri olmuş ve putları kırmıştır. Yine Allah'ın Nebi'si Hz. Musa (a.s.), o da zamanının zalimi olan Firavun'un karşısında durur ve onu Allah'ın birliğine ve O'na ibadete çağırmıştır. İşte bunlar, Kur'ân-ı Kerîm'in hayal ürünü olmayan, kesin ve beliğ alametlerle ortaya konulmuş metinlerinde ortaya konulmuş olan psikolojik tutum ve özelliklerdir. Bunlar, sabit hakikatler olup değişmez bir özelliğe sahiptirler. Zira bu nefisleri yaratan Allah'tır ve onları en iyi bilen de O'dur. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: 'Yaratan bilmez olur mu? O, bütün inceliklerin farkındadır ve her şeyden haberdardır.'(Mülk, 67/14). İman, insan fıtratının asli unsurudur. Küfür ve sapıklık ise onda gelip geçicidir. Bu durum, insanın bu dünya hayatında bir görev ve imtihan yerinde bulunmasından kaynaklanmaktadır. Ya başarıya ulaşıp iyilik ve başarının yolunu tutacaktır ya da başarısızlığa uğrayıp dalâlet vadilerinde kaybolacaktır. Kur'ân, insana seçmeleri için iki yol verildiğine zikrederek (Beled, 90/10), seçimin bir noktada onların eline bırakıldığını ve içlerindeki nefsi durumun hidâyetleri üzerindeki etkisine dikkat çekmektedir. İnsan, psikolojik yapısı itibariyle sapkınlık ve şehvet cazibelerine kapılır ki, bu noktadan sonra da seçimlerinden dolayı ya mü'min ya da kâfir olarak hayatını devam ettirir. Burada da yine Kur'ân'ın işaret ettiği şekliyle insana doğru yol gösterilmiştir. İnsan içindeki psikolojik yönelimlerini Kur'ân'ın yol göstericiliğinde kullandığında hidâyete ulaşmaktadır (İnsan, 67/3). İnsan, içinde olumlu ve olumsuz duygu yönelimleri olan bir varlık olarak her iki tarafa da yönelebilecek bir potansiyele sahiptir. Bu noktada Kur'ân, âyetler içinde hem olumlu hem de olumsuz kişilikler seçerek onlardan bahseder. Bunlar, kişilerin hidâyetleri için sunulmuş örneklerdir. Bu örneklerden biri kötü özellikleri ile ele alınıp ibretli sonla zikredilirken, diğer taraftan örnek kişilik, hidâyet için bir olumlu tipoloji olarak ele alınmaktadır. Kur'ân'ın; psikolojik tutum ve özelliklerden bahsederek, olumlu ve olumsuz kişilikler arasındaki farka dikkat çekerek onları ele alması, iman ve hakikat ehli, farklı şekil ve renkleriyle küfr ve şirk ehline karşı, her birinin kimliğini ve kişiliğini tanımlayan özelliklerle birbiriyle kesişmeyen iki paralel çizgi halinde devam ettirmesi, hidâyet yolunu göstermek istemesi nedeniyledir. Kur'ân, iç yapılarını ıslah edememiş kişilerin kâfir, münafık, ahlaksız, suçlu ve kibirli kimseler olabileceklerine dikkat çekerek önce hastalığı teşhis etme, anormallik ve sapmanın tezahürlerinin tedavi yollarını belirlemek, gerçekleri, vakaları açıklamaya çalışma, her iki dünyada da mutluluğa ulaşmak için bunları referanslara yer vererek anlatmaktadır. Bu çaba, insanın içindeki nefs ve psikolojik hallerin, insanları hidâyete de dalâlete de götürebilecek bir potansiyele sahip olduğunu ortaya koymaktadır.
  • Loading...
    Thumbnail Image
    Master Thesis
    Mary as a Specimen Personality in the Quran
    (2001) Güler, Nurdane; Güneş, Abdulbaki
    SUMMARY Hz. Meryem (The Virgin Mary) is the most common meeting woman in the Quran. Allah (The God) makes a speech to her own name, directly. However, clearly told another woman's name isn't in the Quran. Hz. Isa (Jesus) is placed as Meryem's son, in the Quran. Meryem is preferred to universe's women by Allah. It is also placed in Quran that she was grown up carefully like a plant. She has lived with prayer and cleanest life in her own special mihrab of the temple. She has conversed with angels and Cebrail (p.b.u.h). Allah is occured own power in her body and create Isa as fatherless, so he is a word of Allah. In this study it has been aimed that in the light of verses which mention about Meryem in Quran, investigate and introduce Hz. Meryem and has been investigated muslims women how can take samples from her life.
  • Loading...
    Thumbnail Image
    Doctoral Thesis
    Mekke Döneminde Kur'an-ı Kerim'in İnanç Meselelerini Arz Etmedeki Yöntemi
    (2024) Ameen, Khalıd Othman Hamad; Güneş, Abdulbaki
    Bu çalışma; Mekke döneminde inanç ilke ve esaslarını pekiştirmede Kur'ân-ı Kerîm'in metodunu açıklamak için itikat âyetleri etrafında şekillenmektedir. Müminler, İslam'ın özünü teşkil eden temel hususları Mekke döneminde inen âyetlerden öğrenmişlerdi. Şöyle ki bu kâinatın, ortağı olmayan bir yaratıcısının varlığı, O'nun ibadete ve tevhide müstahak olduğu, Hz. Peygamberin (sav), İslam'ın adaletini sağlama ve dünyayı ihya etmeye devam etme gayesiyle insanları bu yegâne dine davet etmek ve güzel ahlakı yaymak için gönderildiğine iman etme gibi inanç konuları bu dönemde inen âyetlerin temelini oluşturmaktaydı. Özellikle Mekke dönemindeki Kur'ân-ı Kerîm âyetlerini tefekkür eden kişiye, tevhidin ispatına yönelik Kur'ân'daki yaklaşımların çokluğu ve çeşitliliği belli olur. Zira Allah (cc) her kavme akli melekelerine uygun bir şekilde hitap etmiştir. Böylece hitap, onların duygularını, vicdanlarını ve akıllarını etkilemeye yönelik olmuştur, bu nedenle bu dönemde indirilen âyetlerin insanları kâinatı, nefsi ve etrafındaki varlıklarını tefekkür etmeye teşvik etme gayesini güttüğünü görmekteyiz. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de Arap çölündeki okuma yazma bilmeyen bir insanın kavrayabileceği ve anlayabileceği birçok somut örnek verilmiştir. Çoğu âlim, Mekkî âyetleri, 'ister Mekke'de ister Mekke dışında olsun Hicretten önce Kur'ân'dan vahiy edilen âyetler' şeklinde tanımlamışlardır. Kur'ân-ı Kerîm'in bu dönemde inen âyetleri, davet aşamalarının büyük bir kısmını temsil eden bu zamansal ve mekânsal çerçevede yaşayan insanların durumlarını ele almış; nefisleri tedavi edip hakikate yönlendirmeyi ve onları doğru inancın temsil ettiği İslami ilke ve değerlere ikna etmeyi amaçlamıştır. Dolayısıyla bu dönemdeki âyetlerin özellikleri, putperestlik ve şirki reddedip tevhide çağıran gerçeklikten doğmuş olan Mekke toplumunun özellikleriyle örtüşmektedir. Mekkî ve Medenî olan her sürede inanç konuları mevcuttur. Bu da bu konunun, yani Allah'a (cc) ve vahdaniyetine iman etmenin ne kadar önemli olduğunu ve bunun insan ve toplumların hayatlarındaki temel taş olduğunu göstermektedir. Zira insanlar dünya ve ahiret mutluluğunu ancak bununla elde ederler. Mekke döneminden itibaren Kur'ân-ı Kerîm metodunda genel bir değişikliğin ancak tedrici bir şekilde gerçekleştiği görülmektedir. Bundan ötürü Kur'ân-ı Kerîm hazırlık ve eğitim aşamalarının her birine uygun olan farklı örneklerle insanlara ara sıra hitap etmiştir. Hayatın tüm alanlarında cahiliye izlerini taşıyan halkı İslam toplumuna dönüştürmeyi amaçlayan bu süreç son derece zordu. Kur'ân-ı Kerîm'in akideyi açıklamaya yönelik yaklaşımı gerçekçi ve pratik bir metottur. Çünkü insanın vicdanına, aklına ve şahsî fıtratına hitap etmektedir. Aynı şekilde Mekke döneminde insana yaşadığı ortamda bu yaklaşımla nasıl hitap ettiği de görülmektedir. Hakikat ve Allah'a (cc) iman karşısında bulunan kuruntu ve hurafeleri ortadan kaldırmada duyusal ve pratik gerçekliği ölçüt olarak almıştır. Dolayısıyla müşriklere hitapta duyusal ve gerçekçi bir metot mevcuttur. Hz. Resulullah'ın (sav) Risalet'inden önce Araplar Hz. İbrahim (as) ve Hz. İsmail (as) dini üzerindeydiler. Hz. İbrahim (as) Irak Babil'de doğmuştu, fakat orada kalmadı. Eşi Hacer ve oğlu Hz. İsmail ile birlikte Mekke'ye göç edip yerleşti. Allah'ın (cc) emriyle Kâbe'nin, yani Allah'ın Kutsal Evi'nin temellerini attılar. Bu nedenle Araplar, Hz. İbrahim (as) ve diğer peygamberlerin davet ettiği Allah'ın yegâne tevhit dininin üzerindeydiler. Araplar bir süre sonra tevhitten putperestliğe geçerek atalarının dini, yani tevhit inancı yerine putlara tapındılar. Daha sonra Allah'a şirk koşma ve putlara tapınma hususunda kendilerinden önceki ümmetlerin durumuna düştüler. Putları dikme, putperestlik şeklindeki değişiklik Amr bin Luhay el-Huzâî'nin eliyle başlamıştır. Bu nedenle İslam nurunun gelmesinden önce Arapların akidesinde birçok yanlış inanç, kuruntu ve hurafe vardı. Câhiliye toplumu ve onda meydana gelen şirk ve inançsızlığı ıslah etmek için Kur'ân'ın metodu çeşitlilik göstermiştir. Toplumda ahlaki, sosyal ve erdemli değerlerde açık bir sapma vardı. Busapmaların ıslah edilmesi birden fazla yaklaşımı gerektirmektedir. Müşrikleri tevhide davet etmede kullanılan metotlardan biri de his ve müşahedeye dayanan duyusal yaklaşımdır. Zira o, insan düşünsün ve bu evrenin büyük bir yaratıcısı -ki O da Allah'tır (cc)- olduğunu bilsin diye karşılaştığı ve gördüğü O'nun harika mahlûkatlarını tefekkür etmeye davet eder. Duyusal yaklaşımdan Kur'ân-ı Kerîm'deki darbımeseller ortaya çıkmaktadır. Bu metot, insanların gördüğü, dokunduğu ve akıllarıyla kabul ettiği somut şeyler hakkında verilen değişlerde açıkça görülmektedir. Aynı durum soyut şeyler için de geçerlidir. Zira çoğu insanın zihninde kolayca yerleşemeyen manalar ancak anlamaya yakın duyusal bir şekle büründürerek daha anlaşılır hale getirilir. Bu nedenle Kur'ân-ı Kerîm mesellere önemli bir yer vermiştir. Çünkü bu mesellerin kalp ve nefis üzerinde harika bir etkisi vardır. Allah-u Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de meselleri tefekkür ve tedebbür için vermektedir. Bu meseller, bazısı inancı tashih etmekle ilgili ve bazısı da şirk, küfür ve putlara tapınmayı açıklamak ve tanrıları küçümsemeye yönelik yüce bir amaç için getirilir. Zalimlerin akıbetlerinden ders almak amacıyla geçmiş kavimlerin izlerini müşahede etmek için yeryüzünü dolaşıp orada araştırma yapmak da duyusal metotların içine girmektedir. Yeryüzünde dolaşma isteği Kur'ân-ı Kerîm'de altı defa emir, yedi defa da soru şeklinde geçmektedir. Bu da yaratılış hakkında bilgi edinmek, Allah'ın (cc) yeryüzünü ve yedi göğü yaratmadaki kudreti müşahede etmek, O'nun geçmiş kavimler ile şer ve zulüm ehli olan halk ve medeniyetleri helak etmedeki sünnetini tanımak gibi birçok gayeyi barındırmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'deki akıl, pratik ve gerçekçi bir akıldır. Kur'ân-ı Kerîm'de akideyi yerleştirmeye yönelik akılcı yaklaşımın kapsamı geniştir. Vahiy ve Risalet'le beraber aklıselim nerede bulunursa orada iman ve sahih akide olur. Çünkü Allah (cc), aklı doğru düşünme yollarına yönlendirir. Böylece insanın, Allah'a (cc) ve ahiret gününe inanması için kapsamlı bilginin sebeplerine sahip olmasını sağlar. Mekke döneminde Kur'ân-ı Kerîm'de kullanılan metotlardan birisi de müşrikleri tevhit inancına çağırmak için kullanılan akılcı metottur. Bu nedenle Kur'ân, insanları aklı kullanmaya teşvik etmiş, aklı kısıtlamaktan ve devre dışı bırakmaktan da sakındırmıştır. Çünkü akıl, Allah'ı (cc), nebi ve resulleri tanıma gibi pek çok şeyi kavrar. Allah'ın varlığı, birliği, peygamberlerin doğruluğu ve diriliş meselesi gibi dinin en önemli konularının ortaya konulmasında akla itimat edilmiştir. Akıl, doğru bir inancı inşa etsin diye insana verilen temel bilgi vasıtalardan biridir. Akılcı metot, Kur'ân-ı Kerîm'in Mekke döneminde insanları tevhit inancına davet ettiği metotlarından biri olmuştur. Özellikle Mekke döneminde Kur'ân kıssalarının anlatılmasındaki amaç, insanların, peygamberlerinin öğretilerine uymayan ve gerçekliklerinden ibret almayan geçmiş kavimlerin akıbetinin ne hale geldiğini görmeleridir. Böylece kendilerinden önce gelip geçen kavimlerin akıbetlerini, itaatsizliklerinin ve Allah ile peygamberlerinin yoluna boyun eğmemelerinin sonucunu akıl ve hisleriyle anlarlar. Dolayısıyla bu müşrikler ve diğer muhataplar, Allah'ın ve kendilerine gönderilen peygamberlerin yaklaşımına teslim olmamalarının, acı bir sonucu olacağını hesaba katarlar. Kur'an-ı Kerîm'de peygamberlerin ve eski kavimlerin kıssalarının arz edilmesi kâfirlerin hidâyetine, hakikati kabul etmelerine ve Allah'a teslim olmalarını sağlamıştır. Kur'ân-ı Kerîm incelendiğinde, geçmiş kavimlerin kıssalarının çoğu Mekkî âyetlerde olmakla birlikte Medinî âyetlerde de yer aldıkları görülecektir. Hatta âlimler bir sûrede kıssaların görülmesini Mekkî sûrelerinin alametleri arasında saymışlardır. Mekkî Kur'an'da Hz. Âdem, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa ve diğer peygamberlerin kıssaları yer almaktadır. Bu dönemde zikredilen kıssalar, sûrenin detaylarıyla ilgilidir. Çünkü müşriklerin mücadelesini ve onların Allah Resulüne (sav) karşı inatçılıklarını ele alma yönüyle bu sürelerdeki inanç yönünü ele almaktadır. Bu nedenle Kur'an-ı Kerîm'de peygamber kıssaları tevhidi, peygamberlere ve ahiret gününe iman etmeyi açıklamayla başlamıştır ve bu metot, Hz. Âdem'den son peygambere dek bütün peygamberlerin kavimlerine karşı uygulaması olmuştur. Kur'an-ı Kerîm'in, kıssaları sunma yöntemi Tevrat kıssalarında olduğu gibi tarih ve anlatım adına kıssadan bahsetmek değil aksine Allah'ın âyetlerini hatırlatıp O'na ibadet etmeye davet ettikten ve şirk ile dalaleti reddettikten sonra kıssalar yoluyla bir ibret ve uyarı şeklinde gelmiştir. Bu şu demektir ki Mekke döneminde kıssanın amacı, müşrikleri ve tüm insanları hayatın her meselesinde saf tevhide ve Allah'a (cc) tam bir teslimiyete çağırmaktır. Kur'an-ı Kerîm'in tarihsel metodu, Allah Resulünü (sav) desteklemek, davet meydanında onu güçlendirmek ve sahabilerinin ruhlarına ve kalplerine huzur ve sükûneti yerleştirmekti. Çünkü bütün resul ve nebilerin Allah'a davet yolu birdir ve bu, kendi kavimlerine karşı şefkatli, onların eziyetleri karşısında sabırlı olmaları ve iman üzerine sabit kılmalarında açıkça görülmektedir. Ayrıca Allah'ın, Peygamberler ve onlara uyanların yardımcısı olduğunu, peygamberleri ve resulleri yalanlayanların ve onların yolundan başka bir yöntem ve yol izleyen zalim ve yalancıları helak ettiğini beyan etmelerinde de anlaşılmaktadır. Belirlediğimiz bilimsel çerçeveye göre çalışmamız; giriş, dört bölüm ve elde edilen sonuç kısmından oluşmaktadır. Giriş bölümünde konunun önemi, seçilme nedenleri, önceki çalışmalar ve araştırma planı ortaya konulmuştur. Birinci bölümde çalışmanın temel kavramları, Mekkî sûrelerinin Kur'ân-ı Kerîm'deki üslup ve özellikleri, âlim ve müfessirlere göre menhec/metot ve akide kavramları, Kur'ân-ı Kerîm'in Mekke dönemindeki metodunun özellikleri, akideyi yerleştirmedeki yöntem çeşitliliği, Hz. Resulullah'ın (sav) risaletinden önce dini durum ele alınmış, Arapların bazı putları tanıtılmış ve Mekkî sûrelerinin bu gerçeği nasıl ele aldığı açıklanmıştır. İkinci bölümde çalışmanın analitik ve uygulamalı yönü aktarılmaya çalışılmıştır. Şöyle ki 'akidenin yerleştirilmesinde Kur'ân'daki duyusal metod' konusu ele alınmıştır. Duyusal metottan kasıt Kur'ân-ı Kerîm'deki darbımesellerdir. Dolayısıyla Kur'ân'da yer alan ve Allah'ın tevhidinin gerekliliğini, müşriklerin ilahlarının acizliğini ispat eden darbımesel kavramı, kâfir ve mümin için verilen meseller, müşriklerin davranışlarını örümcek ağına benzetilmesi gibi konular ele alınmıştır. Ardından müşrik ve tevhit için verilen meseller açıklanmıştır. Daha sonra da Peygamberlik ve peygamberler hakkında verilen Kur'ân meselleri ve diğer konularda verilen meseller incelenmiştir. Sonda da geçmiş kavimlerin izlerini görmek için yeryüzünü dolaşma konusu ele alınmıştır. Üçüncü bölümde Kur'ân-ı Kerîm'in, inancı açıklamaya yönelik rasyonel metodu, itikat meselelerinde aklın yeri, Kur'ân'daki rasyonel metot türleri incelenmiştir. Şöyle ki Mekke dönemindeki cedel ve diyalog, Kur'ân-ı Kerîm'in Allah'ın birliğini, ahiret gününe imanı, dirilişi, cezayı, haşrı, hesabı ve Hz. Muhammed'in (sav) peygamberliğini ispat etmek için müşriklerle tartıştığı konular ele alınmıştır. Dördüncü bölüm, Mekke döneminde Kur'ân'ın tarihsel metoduna ayrılmıştır. Bu dönemde peygamber kıssalarındaki en önemli iman konularını açıklığa kavuşturmak ve inancın temellerini sağlamlaştırmak amaçlanmıştır. Ardından Kur'ân kıssalarına tarihsel yorumlayıcı yaklaşımı ve âlimlerin bu konudaki tutumu incelenmiş, Hz. Âdem (as), Hz. Nuh (as), Hz. İbrahim (as) ve Hz. Musa (as) gibi Mekke döneminde adı geçen peygamberlerden bazılarının kıssaları ve bu kıssaların amaçları anlatılmıştır. Bununla inanç metodu, tevhit, rubûbiyetin sadece Allah'a (cc) ait olduğu, peygamberlere ve resullere iman gibi konuların açıklanması amaçlanmıştır. Sonuç kısmında ise çalışma boyunca tesbit edilen önemli noktalar ele alınmış, tezin varılan sonuçlara değinilmiştir. Kısaca söylemek gerekirse bu araştırmamız, Mekke döneminde Kur'ân-ı Kerîm'in inanç konularını ve temellerini arz etmede farklı metot ve yaklaşımlar içerdiğini göstermiştir. Çünkü Mekke dönemindeki bazı inanç konuları, başta Allah'ın birliği ve varlığının açıklanması, ahiret hayatına ve bütün peygamberlere iman gibi çeşitli konularda müşriklerle yapılan tartışmaları kapsamaktadır. Her ne kadar belli bir zaman diliminde inmişse de Mekke döneminde Kur'ân-ı Kerîm'in metodu, hedefleri, kuralları ve aşamaları itibariyle her zaman ve mekân için geçerlidir; dolayısıyla insan aklına hitap etmek için aynı anda hem bilimsel hem de pratik olan bir yöntemdir. Mekkî ve Medenî Kur'ân-ı tanımaya çok ihtiyaç vardır. Bu, İslam davetinin aşamalarını incelemek, nâsih ve mensûh, ilk inen ve sonra inen âyetleri bilmek için de son derece önemlidir. Bu da sahabe ve tâbiinin sözlerine başvurularak bilinebilir. Allah'ın tevhidi, şirkin inkârı ve Allah'ın kozmik, duyusal, aklî ve tarihle ilgil âyetleri gibi bütün meselelerin ortaya çıkarılması genellikle Mekkî âyet ve sûrelerinin ele aldığı konular içerisindedir. Kur'ân'ın, itikadı açıklamaya yönelik yaklaşımı gerçekçi ve pratik bir metottur. Çünkü insanın vicdanına, aklına ve şahsî fıtratına hitap etmektedir. Mekke döneminde insana, yaşadığı ortamda bu metotla nasıl hitap ettiği açıkça görülmektedir. Nitekim Allah'a imanın karşısında bulunan hurafe ve kuruntuları geçersiz kılmada, pratik ve duyusal gerçeği ölçüt almıştır. Dolayısıyla müşriklere hitapta gerçekçi ve duyusal metot kullanılmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'deki aklın pratik ve gerçekçi bir akıl olduğu görülmektedir. Zira Kur'ân-ı Kerîm'de akideyi ispat etmeye yönelik rasyonel yaklaşımın kapsamı oldukça geniş olmuştur. Nitekim vahiy ile aklıselimin bulunduğu her yerde iman ve doğru akide meydana gelir. Çünkü Allah (cc), aklı doğru düşünme yollarına yönlendirir ki böylece Allah'a ve ahiret gününe iman etmesi için insanın kapsamlı ilim sahibi olmasını sağlar. Kur'ân-ı Kerîm'in iman konularını sunmadaki metodu her seviyedeki insana uygundur. Bazen rasyonel, bazen duyusal ve bazen de tarihsel yaklaşımı kullanır. Böylece tüm insanların ihtiyaç duyduğu bilgiyi içerir. Anahtar Kelimeler : Kur'ân-ı Kerîm, Akide, Akıl, Mekke, His, Kıssa, Metot. Sayfa Sayısı: 198+X Danışman: Prof. Dr. Abdulbaki
  • Loading...
    Thumbnail Image
    Doctoral Thesis
    Miraculous of the Qu'ran in Terms of Scientific Tafsir
    (2020) Doğan, Mehmet Zeki; Güneş, Abdulbaki
    Yüce Allah, her peygambere nübüvvetini tasdik eden mucizeler vermiştir. Hz. Peygamber'in de en büyük mucizesi Kur'ân'dır. Kur'ân, gaybî haberlerden bahsetmesi, ümmî bir peygamber tarafından tebliğ edilmesi, erişilmez bir hidâyet kaynağı olması, beyânı, nazmı, tertibi, üslûbu, psikolojik etkileme gücü, teşrîʻ için koyduğu hükümler ve sonradan keşfedilen birçok ilmî gerçeğe işaret etmesi gibi pek çok yönden mu'cizdir. Tez konumuzu bilimsel tefsir açısından Kur'ân'ın i'câzı teşkil etmektedir. Bilimsel tefsir anlayışı dirâyet tefsirin ortaya çıkmasıyla başlamıştır. Zira kevnî âyetleri pozitif bilimlerin verileriyle tefsir etmeye çalışmak, bir tür içtihat ve görüş beyân etmektir. Zaten bilimsel tefsir hareketi müstakil bir ekol haline gelinceye kadar dirâyet tefsirleri içinde yer almış ve böylece gelişmesini sürdürmüştür. Bilimsel tefsir anlayışı, Abbasîler döneminde başlayan tercüme faaliyetleriyle canlanmıştır. Bu faaliyetler neticesinde, İslâm âlimleri Kur'ân'ı daha fazla düşünmeye ve özellikle kevnî âyetleri anlamaya ve mahiyetini araştırmaya çalışmışlardır. İslâm alêminde canlılık ve yeniliğe sebep olan felsefe, fizik, kimya, tıp ve astronomi gibi ilimlerde yüzlerce ilim adamı yetişmiş ve bilimsel tefsir hareketinin başlamasına da önemli bir etken olmuştur. Bilimsel tefsirin doğuşunu etkileyen dinî, sosyal ve kültürel birçok etken bulunmaktadır. Dinî etkenlerin başında da Kur'ân'da her şeyin mevcut olduğu, çıkmış ve çıkacak bütün ilimlerin onda var olduğu hususudur. Ayrıca Kur'ân'da evrenin yaratılışı, genişlemesi, daralması, dünyanın şekli, dönmesi, göklerin ve yerin yaratılması, ay ve güneş hareketleri gibi astronomi ile ilgili; yeryüzündeki uyum, kömürün oluşumu ve demirin indirilmesi gibi jeoloji ile alakalı; hayatın kaynağı olan su ve rüzgârların aşılayıcı fonksiyonları gibi biyoloji ile ilgili; insanın yaratılış aşamaları, koruyucu hekimlik ve jinekoloji tıp gibi bilimlerle ilgili insanı düşünmeye ve araştırmaya sevk eden âyetlerle birlikte açık ve dolaylı olarak, tabiat olaylarına, evrendeki canlı veya cansız varlıklara temas eden âyetler de bilimsel tefsirin doğuşuna neden olan etkenlerdendir. Kur'ân'da birçok sûrede bilimsel hakikatlere değinilmekte, yeryüzü, gökyüzü, yıldız, dağ, deniz, hava, su, insan, kuş, böcek, evcil ve yabani hayvanlar hakkında pek çok âyet bulunmaktadır. İlk dönemlerde bu âyetlerin mahiyetinden ziyade daha çok onların hikmetleri üzerinde durulmuş, VIII. yüzyıldan itibaren de onların tefsiri üzerinde fikir yürütme sürecine girilmiştir. Kur'ân'da pozitif bilim dallarına ait bilgilerin yer alması, birçok ilim adamını bu yönden Kur'ân'a yönelmeye ve yorumlamaya sevk etmiştir. Bilim ve teknoloji geliştikçe, bilimsel açıdan Kur'ân'a yöneliş ve ilerleme de o oranda gelişmiştir. Kur'ân'da pozitif bilim dallarına ait bazı bilgilerin bulunması, onun bir bilim kitabı olduğu anlamına gelmez. Kur'ân bir bilim kitabı olmaktan ziyade bir hidayet kitabıdır. Zira Kur'ân'ın temel amacı insana yol göstermektir. Anahtar Kelimeler: Kur'ân, Tefsir, İ'câz, Bilimsel Tefsir, İlmî İ'câz, Kur'ân'ın Modern Bilimlerle münasebeti
  • Loading...
    Thumbnail Image
    Master Thesis
    Mu'tezile Sight Foundation to Form Âyets Analytical (Keşşâf and Medârik for Example)
    (2008) Altın, Mehmet; Güneş, Abdulbaki
    İslâm'ın birinci asrından itibaren gerek dinî, gerekse siyasî nedenlerle ortaya çıkmaya başlayan mezhepler arasında Mu'tezile mezhebini de görüyoruz. Mu'tezile'nin doğuşu hakkında birçok rivâyet zikredilmişse de mürtekib-i kebireyle ilgili bir sual Hasan-ı Basrî'ye sorulduğu, Basrî buna cevap vermeden Vâsıl b. Ata öne çıkarak el-menzile beyne'l-menzileteyn teorisini gündeme getirdiği ve bu olayla da hocasından ayrılıp mezhebini kurduğu şeklinde ki rivâyet birçok temel kaynakta zikredilmektedir. Mu'tezile ekolü Vâsıl b. Ata ile kurulmuş olup, Basra ekolünün kurucusu Ebu'l-Hüzeyl el-Allâf ve Bağdat ekolünün kurucusu Bişr b. el-Mu'temir ile de sistemleşme aşamasını tamamlamıştır. Mu'tezile'nin tüm fikrî düşüncesi ve felsefesi, asıllar (usûl) adını verdikleri şu beş ilke üzerinde şekillenir: Tevhid, adâlet, va'd ve vaîd, el-menzile beyne'l-menzileteyn ve emri bi'l-maruf ve nehyi ani'l-münker. Mu'tezile, tartışmalarının tümünü bu ilkeler çerçevesinde yapmıştır. İslam'ın ilk ve en temel kaynağı olması hasebiyle Kur'ân-ı Kerim, her İslam mezhebinin ya da fırkasının başlıca kaynağı durumundadır. Kuşkusuz Mu'tezile de kendi meşruiyet zeminini Kur'ân'da aramıştır. Dolayısıyla Mu'tezile, i'tizâlî anlayışla Kur'ân'ı yorumlama, tefsir yöntemleri geliştirme ve murad-ı ilahiyi anlama gayretlerini en önemli hedefleri arasına koymuştur ve temel ilke olarak gördükleri usûl-i hamse'yi Kur'ân âyetlerine dayandırarak tavizsiz bir şekilde savunmuştur. Miladî 1075 yılında Hârizm şehrinin Zemahşer kasabasında dünyaya gelen Mahmud b. Ömer b. Muhammed b. Ömer el-Harizmî ez-Zemahşerî de Mu'tezilî bir müfessir olup, el-Keşşâf adlı tefsirinde Mu'tezilî fikirleri hararetle savunmuş ve âyetleri hep bu düşünceye uygun olarak yorumlamıştır.Miladi 13. yüzyılda Semerkand Bölgesinde yaşamış olan Hâfızu'd-Dîn Ebu'l-Berekât en-Nesefî ise; Maturidî bir âlim olup vucuda getirmiş olduğu birçok eseri arasında daha çok tefsiri itibar görmüş ve telif edildiğinden itibaren en fazla okunan tefsirlerden olmuştur. Ancak âlimler; Nesefî'nin, Zemahşerî'nin tefsirinden çok fazla alıntılar yaptığını, hata tefsiri Keşşâf'ın bir özeti olarak kabul edilebileceğini de söylemişlerdir. Ancak özet olduğunu söyleyebilmek için iki tefsirin fikirsel anlamda aynı özellikleri taşıması gerekir. Dil açısından Nesefî'nin Tefsiri, Keşşâf'la aynı olduğu için bu yönüyle özet kabul edilebilir. Ancak kelâmî ve fikhî açıklamalarda Nesefî Keşşâf'ı kendi kelâmî ve fıkhî mezhebinin potasından geçirerek, fikirlerini süzerek kendi fikirlerini yansıtacak şekilde tekrar düzenlemiştir. Öyle ki bazen Zemahşerî'nin tefsirinde i`tizâlî bir açıklama olmadığı halde Nesefî'nin i`tizâlî tenkitte bulunduğunu, kendi mezhebinin görüşlerinin savunuculuğunu yaptığı görülür.Sonuç itibarıyla Nesefî, Zemahşerî'nin tefsirinden büyük ölçüde istifade ederek kendi tefsirini oluşturduğu halde kelâmî yönlerde kendi mezhebine uymayan görüşleri eleştirmekten çekinmemiş, kendi mezhebinin düşüncelerini âyetlerle desteklemeye çalışmıştır.
  • Loading...
    Thumbnail Image
    Master Thesis
    Nebe' Kavramın Geçtiği Âyetler -bir Belâgat Çalışması- The Verses İn Which The Concept Of News İs Mentioned -rhetorical Study-
    (2022) Algadı, Osamah Akram Azeez; Güneş, Abdulbaki; Saed, Saleh
    Bu çalışma, 'nebe' lafzının ve türevlerinin yer aldığı Kur'ânî bağlamları belâgat yönünden ele almaktadır. Zira Kur'ân nasları belâgat üslupları için temel malzeme olarak kabul edilmektedir. Kur'ân nasları arasından içinde, 'nebe' sözcüğünün ve haber, belağ, hadis, şehadet, büşra, inzar ve kasas, gibi manası yönüyle bu kelimeye yakın sözcüklerin geçtiği ayetler 'Kur'ân-ı Kerim'de Nebe Kavramı' başlığı altında ele alınarak belâgat açısından incelenmiştir. Nebe sözcüğünün delaleti, ona yakın sözcüklerin delaletinden farklılık göstermektedir. Bu da Kur'ân-ı Kerim'de müteradif (eşanlamlı) sözcükler yoktur görüşünü desteklemektedir. Zira nebe kelimesi ile haber kelimesi arasında fark bulunmaktadır. Nebe kelimesini ona yakın kelimelerden ayıran ve Kur'ân-ı Kerim'de kullanıldığında türevlerini de birbirinden ayıran özellikler bulunmaktadır. Bu fark, Arapçanın birbirine yakın anlamda olan sözcüklerle ne kadar zengin bir dil olduğunu ortaya koymaktadır. Bu durum, haber ve nebe kelimelerinin Kur'ânî bağlamlardaki kullanılışında açıkça kendini göstermektedir. Bu durum, Kur'ân-ı Kerim'in sözcükleri kullanışındaki içerik ve güzelliği ortaya koymaktadır. Bu açıdan her bir sözcük bulunduğu yerde içerdiği anlam ve esrarı açıklamak ve izah etmek için yerli yerinde kullanılmıştır. Bu açıdan Kur'ânî lafızlar bulundukları konumlarla sıkı sıkıya bağlıdırlar. Bu nedenle hiçbir şekilde bunların yerlerine başka bir kelime ya da içerdikleri anlam ve manaları ifade eden başka bir sözcük geçemez ve kullanılamaz. Anlam olarak iki sözcük ne kadar birbirine yakın olursa olsun birinin diğerinin yerine kullanılması, ayeti kerimeden murat edilen anlamı ya da maksadı bozar. Haber kelimesi, muhatapların durumu da göz önünde bulundurularak yalan olsun doğru olsun bir sözün ve konuşmanın aktarılması için kullanılır. Eğer muhatabın zihni boş ve konu hakkında da herhangi bir bilgisi yok ise haber, kendisine içinde bulunduğu duruma uygun olarak teyit ifade eden sözcükler kullanılmadan verilir. Yok, eğer muhatap haberi inkâr ediyor ya da haber hakkında şüphesi varsa ya da şüpheci ve inkârcı bir konumda değerlendirilmişse bu durumda haber muhatabın durumuna uygun olarak bu şüphe ve inkârın ortadan kaldırması için bir ya da birden fazla teyit ifade eden sözcüklerle desteklenerek verilir. Bu kaide, belâgat ustaları tarafından ortaya konulmuştur. Ancak Kur'ânî hitap, muhatabın zihninde herhangi bir şüphe olmasa dahi teyit edatlarını kullanmıştır. Nebe sözcüğü ise büyük fayda ve yarar içeren, son derecede ehemmiyetli ifadeler için kullanılır. Bu durumda muhatap genellikle bu ehemmiyetin farkında değildir ve konunun neler içerdiğini ve kapsadığını da bilmemektedir. Nebe sözcüğü ile aktarılan konu her zaman doğrudur ve kesinlikle yalan ihtimali taşımaz. Nebe sözcüğü muhataplarda, yalan ve doğruyu içeren haber sözcüğünden daha büyük etki yapar. Ayrıca konu nebe sözcüğü ile muhataplarına ulaştığında doğru habere dönüşür. Kur'ânî bağlamlarda kullanılan nebe sözcüğü, kesinlikle haber sözcüğü yerine kullanılamaz. Çünkü nebe sözcüğü haber sözcüğündün daha özeldir. Verilen haber çok büyük ve doğru ise ancak bu durumlarda nebe kelimesi kullanılabilir. Bu nedenle sözcük Kur'ân-ı Kerim'de nebbi', enbi'hum ve nebbi'hum şeklinde emir kipiyle ya da emir kipi manasında muzari fiil kalıbıyla haber suretinde ya da devamlılık ve kararlılık ifade eden isim şeklinde kullanılmıştır. Nebe sözcüğü ile ifade edilenler, Allah Teâlâ'nın katından ya da peygamberlerinin dilinden bildirilmiştir. Nebe sözcüğü, ilimle ya da yakîn anlamı ifade eden zan ile elde edilen şeyler için kullanılır. Nebe, sözcüğü bu yönüyle haber sözcüğünden daha özeldir. Nebe sözcüğü temelde doğru haberler için ortaya konulmuş bir kelimedir. Yalan haberler için nebe sözcüğü kullanılmaz. Nebe ve haber sözcükleri birbirine denk sözcükler değildir. Bu sözcüklerin her birisinin, birini diğerinden ayıran ve açıklayan kendine has özel bağlamları bulunmaktadır. Bu sözcüklerin her birisinin, murat edilen anlamı açıklamak üzere dayanışma içinde olduğu özel sözcük grupları bulunmaktadır. Haber kelimesi, haber verilen şey için kullanılır ve haber sıhhat konusunda şüphe içermesi nedeniyle yüksek dikkate haiz olmasa bile bu manaya işaret eden bazı alametleri bulunmaktadır. Nebe kelimesi ise hakkında ön bilginin olmadığı, aksine gaybî ve çok gizli şeyler için kullanılır. Bu tür nebe ve haber kelimelerinin kullanıldığı Kur'ân ayetleri incelendiğinde bu kitabın imanımıza iman katan mucize bir kitap olduğu anlaşılır. Böylece bizler Kur'ân-ı Kerim'in Allah katından indirilmiş rabbânî bir kitap olduğuna iman eder, içindeki her şeye tabi olur ve güzel ahlakıyla ahlaklanma konusunda acele ederiz. Nebe kelimesi 'nebe-u'r-rahme', 'nebe-u'l-kura', 'nebe-u'l-gayb' gibi bağlamlara uygun olarak Kur'ân-ı Kerim'de sınıflandırmıştır. Örneğin rahmet bağlamında haber, istiare, zikir, hazif, îcâz, itnab ve benzeri belâgat sanatları bu bağlama işaret etmiştir. Kur'ân-ı Kerim'in îcaz ve itnab yaptığı her yer kastedilen mana ile uyumlu olduğu görülmektedir. Bu durum diğer bağlamlar için de geçerlidir. Kur'ân-ı Kerim metinlerindeki bağlam ve belâgat yöntemlerindeki bu çeşitlilik onun mucize bir kitap olduğuna delildir. Beşer, ondaki tabir ve beyan üslubu ile akıl ve vicdanlarda oluşturduğu görkemli etkisi nedeniyle onun tek bir sûresinin ya da bir gurup ayetlerinin bir benzerini getirmekten aciz kalmıştır. Bu da onların belâgat ustalarını ve kıvrak zekâlılarını, bu kitabın şiir mi yoksa sihir mi olduğu konusunda şaşkına çevirmiştir. Sonunda onun bir beşer kelamı olamayacağı konusunda karar kılmışlardır. Zira fesahat konusunda beşerin en yüksek sınıfının bile bu seviyeye ulaşması mümkün değildir. Bazı peygamberlerin maruz kaldıkları imtihan ve sıkıntıların anlatıldığı kıssalar ile peygamberler dışındaki kıssalarda geçen nebe kelimesinin yer aldığı ayetler incelendiğinde; muhataplarının dikkatlerini, nebe kelimesiyle ifade ettiği önemli bir konuya çekmek için bu ayetlerde belâgat sanatları kullanıldığı görülmektedir. Burada bunları gönderen zat ile muhatapları arasındaki aracı da sadıku'l-emin olan peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'dir. Peygamberlerin bir görevi de uyarma ve müjdelemedir. Başka bir ifadeyle terhîb ve tergîbdir. Nebe kelimesinin geçtiği ayetler incelendiğinde bazen tergîb bazen de terhîb bağlamlarında farklı üsluplarla geldiği görülmektedir. Allah'a itaat edenleri cennet ve sevapla müjdelemiş ve Allah'ın emirlerine uymayanları ya da bunları kabul ettikten sonra doğru yoldan sapanları da cehennemle uyarmış ve ondan sakındırmıştır. Kur'ân-ı Kerim'in İslam dinini kabul etmeye teşvik edici (tergîb) ve onu inkâr etmekten de sakındırıcı (terhîb) şeylerle dolu olduğu dikkat çekmektedir. Bu durum, bu görev ve vazifenin Allah'a davet konusunda ne kadar önemli olduğunu ve kesinlikle ihmal edilmemesi gerektiğini kesin ve kati bir delille ortaya koymaktadır. Bu metot, Kur'ân-ı Kerim'in açıkladığı gibi peygamberlerin bir yöntemidir. Nebe sözcüğünün geçtiği ayetler, bulunduğu konum ve bağlamına göre bazen delil ve kanıt özelliği içermiş bazen de geçmiş ümmetlerin başından geçin hadiseleri aktarmıştır. Bu ayetlerin her biri vicdanları etkileyen ve aynı zamanda akıl ve kalbe hitap eden açık ve net tabirlerle ifade edilmiştir. Allah Teâlâ bu ayetlerin bazılarında itaatkâr ve asi kullarının ahirette başlarına ne geleceğini önceden bildireceğini ve ahirette de onlara dünyada neler yaptıklarını haber vereceğini ifade buyurmuştur. Ayrıca bu ayetler bahse konu hadiseleri anlatırken yüksek önemine ve büyük faydasına binaen 'en-nebe-u'l-azim' ifadesini kullanmıştır. Çünkü bu ayetler insanoğlunun hayat serüveninin sonunda başına gelecek şeylerden ve hesap gününün korkutuculuğundan dolayı bakışların dehşete düşeceğinden bahsetmektedir. Ayrıca nebe sözcüğünün kullanıldığı bağlamlarda Allah Teâlâ'nın fesahat ve belâgat sahibi Araplara meydan okuduğu mucizevi beyandan ve harika belâgatten haber vermektedir. Bu meydan okumaya rağmen onlar Kur'ân-ı Kerim'in en kısa sûresi kadar bir sûreyi bile ortaya koymaktan aciz kalmışlardır. Nebe sözcüğünün geçtiği bağlamlar dikkatlice incelendiğinde, belâgat sanatlarının, kullanıldığı sûrenin bağlamıyla ne kadar uyumlu ve ahenkli oldukları görülmektedir. Nitekim naim (nimet) bağlamında, teşbih, istiare, mecaz, mecaz-I mürsel ve daha başka belâgat sanatlarının kullanılması bunun açık örneğidir. Diğer bağlamlarda da konu aynıdır. Kur'ân-ı Kerim'de kullanılan belâgat araçlarının çeşitliliği bizlere Kur'ânî tabirde kelimelerin terkibindeki esrarı açıklamaktadır ki bu durum genel tefsir konularından birisi sayılmaktadır. Bu nedenle bu tabirin sanatsal açıdan esrarına vakıf olma meselesi hep büyük öneme haiz olmuştur. Bu durum da onun, Arapların dili ile nazil olan ve Allah'ın bununla onlara meydan okuduğu, onu okumaya ve her yönden düşünmeye davet ettiği Allah'ın mucize bir kelamı olduğunun en açık kanıtıdır. İçinde nebe sözcüğünün ve türevlerinin geçtiği otuz dört farklı sûredeki seksen ayetin incelenmesinin ardından, bu kelimenin çeşitli bağlamlarda kullanıldığı görülmüştür. Bu durum çok büyük bir hadiseye delalet etmektedir ki insanın, Allah'ın bundan kastettiği muradı anlama adına buna kulak kesilmesi, kalbini açması ve bütün azaları ile ona yönelmesi gerekir. Nebe sözcüğünün geçtiği bu sûrelerin tamamının, ayetin bağlamına göre yüksek belâgat araçları ile dolu olduğu görülmektedir. Zira bu sözcük sadece ifadeyi süslemek ve güzelleştirmek için kullanılmamıştır. Aksine kelime, Kur'ân-ı Kerim'in muhataplarına ulaştırmak istediği açık ve net amaçlar, yüce hedefler ve maksatlar için etkili ve sanatsal bir şekilde kullanılmıştır. Nebe sözcüğünün ayetlerde zikredilmesi gelişi güzel değildir. Aksine burada Kur'ân-ı Kerim'e güzellik veren ve anlam açısından ona değer katan belâgat yönüyle de çok önemli amaç ve gayeler bulunmaktadır. Aynı zamanda bu kelimenin, sözü daha güçlü, daha etkili ve güzel yapmak için kullanıldığı görülmektedir. Kur'ân-ı Kerim bu ayetlerde, caydırıcılığı güçlendirmek ve tehdit etmek amacıyla özellikle kararlı bir teyit dili kullanarak îcaz yoluna gitmiştir. Bu yönüyle mana, hayali bir suretten öte, âdeta bir bedene bürünmüş olarak açık ve net bir dille ifade edilmiştir. Bütün bunlar bizlere belâgatin zirvesini göstermekte ve ondaki hiçbir harfin ya da sözcüğün yerine başka bir şeyin kullanılamayacağını anlatmaktadır. İşte bu durum, onun aynı anda hem aklî ve hem de fiziksel bir mucize olması nedeniyle Kur'ânî iʻcazı diğerlerinden ayıran bir özelliktir. Fiziksel bir mucizedir çünkü Kur'ân-ı Kerim üslubunda ve belâgatinde diğer Arap sözlerinden üstündür. Ayrıca O Allah'ın varlığına aklî ve mantıksal deliller sunması yönüyle de aklî bir kitaptır. Kur'ân-ı Kerim'in daha önceki milletler ve diğer konularda haber verdiği şeyler hakkında sunduğu doğru kanıtlara ek olarak, ne kadar ilim ve marifet seviyesine ulaşırsa ulaşsın hiç kimse bu tür bilgileri veremeyecektir.
  • Loading...
    Thumbnail Image
    Master Thesis
    Rhetorical miraculousness in the verses that containedthe words fear and sadness el-iʻcâzu'l-beyânî fi'l-âyâti'lleti veradet fihâkelimetâ el-havfi ve'l-hüzni (Havf ve hüzn kelimelerinin geçtiği âyetlerdeki beyânî iʻcâz)
    (2021) Elhachasan, Abdurrahman; Güneş, Abdulbaki
    Beyânî i'caz daha çok Kur'ân'ın dil ve üslup inceliklerini inceleyen, onun Allah tarafından olduğunu ispatlayan ve bir insan tarafından yazılmasının imkânsızlığını ortaya kaymaya çalışan bir ilimdir. İʻcâzu'l-Kur'ân hakkında ilk olarak hicri ikinci asrın sonu ve üçüncü asrın başında konuşulmaya başlanmıştır. Bu olgunun gündeme gelmesi de Arap olmayan toplulukların İslâm'a girmesi, Araplar nezdinde Arapçanın canlılığının zayıflaması, Kur'ân-ı Kerim'e dil uzatan bozuk fikirlerin İslâm dünyasına girip yaygınlık kazanması gibi sebeplerden dolayı olduğu söylenebilir. Böyle olunca birtakım iddialara cevap vermek için âlimler, Kur'ân'ın belagatle ilgili yönlerini ortaya çıkarma ihtiyacı duymuşlardır. Kur'ân sonsuz mucizedir. Zira Kur'ân, fesahat ve beyân ustaları olan Araplara onun benzeri bir sure getirmeleri yönünde meydan okumuş; onlar ise bunu yapamamışlardır. Daha sonra da küfür ve inatları sebebiyle Kur'ân'ı yalanlamışlar ve ona savaş açmışlardır. Ancak Kur'ân, peygamberimiz Hz. Muhammed (sas)'in nübüvvetine dair en güvenilir şahit olarak kıyamete dek varlığını sürdürecektir. Kur'ân'ın mucizeliği, peygamberlerin diğer mucizelerinin aksine herhangi bir asra has olmayıp bütün asırlar için kiyamete kadar devam edecek geçerli bir mucizedir. Her peygamberin mucizesi sadece kendi hayatıyla sınırlı iken Kur'ân'ın mucizeliği ise, tüm zamanlarda bütün insanlık için geçerlidir. Beyânî i'caz, Kur'ân-ı Kerim'in güzelliğini açık bir şekilde ortaya koymakta ve insanlığın onun bir sûresinin veya âyetinin benzerini getirmekten aciz kaldığını somut delillerle ispat etmektedir. İnkârcılar her ne zaman Kur'ân'ın bir kelimesine itiraz etmeye, bir âyetine dil uzatmaya kalkışsa âlimler derhal Kur'ân'ın beyânını ve belagatini müdafaa için harekete geçmişlerdir. Bunu da söz konusu kelimenin geçtiği bağlamda taşıdığı hususiyetleri ve kelimenin söz dizimine göre bulunduğu yerdeki eşsizliğini ortaya koyarak yapmışlardır. Böylece Kur'ân'a dil uzatıp itiraz eden kimselerin cehaleti ortaya çıkmış, hedeflerine ulaşamayıp başarısızlığa uğramışlardır. Bunda garip karşılanacak bir durum yoktur. Zira o, hiçbir şekilde kendisine batılın ilişemeyeceği aziz olan Allah Teâlâ'nın kelamıdır. İşte bu, beyânî tefsiri diğerlerinden ayıran husustur. Zira beyânî tefsir, bütün Arapça sözlükleri karıştırsak bile bir kelimenin başka bir kelimeyle değiştirilemeyeceğini delillerle ve örneklerle ispat etmektedir. Ortaya koymaya çalıştığımız beyânî i'caz örneklerinden biri de, korku ve üzüntünün olmadığının geçtiği âyetlerde Allah'ın bu müjdeye mazhar olan müminlerin özelliklerini zikretmesidir. Bu özelliklerin tamamının genel çerçevesi Allah'a iman etme, onun emirlerine uyup yasaklarından kaçınmadır. Zira iman, güven anlamındaki e-m-n kökünden türetilmiştir. Güven de korkunun zıddıdır. Kimin kalbinde iman yerleşmişse o kimse hakikatte güven dairesi içerisindedir. Bu âyetlerdeki beyânî i'caz, korku ve hüznün olumsuzlanmasıyla da irtibatlıdır. Korku, birçok sebepleri ve çeşitleri olan psikolojik bir durumdur. Asıl itibariyle korku, tehlikelerden kaçınması için Allah'ın insanda yarattığı bir içgüdüdür. Fakat o, zaman zaman artıp, kişi için tehlikeli sıkıntılara yol açabilmektedir. Korku, yararlı ve zararlı korku olmak üzere iki kısımdır. Yararlı olan korku, kişiyi Allah'ın emirlerine sarılıp haramlarından kaçınmaya teşvik etmesi dolayısıyla yararlıdır. Zararlı olan korku ise iki çeşittir. Birincisi yeis ve vesvese gibi psikolojik veya sararıp solma ve zayıflık gibi fizyolojik rahatsızlıklar şeklinde normalin üstünde tezahür eder. İkincisi de normal sınırın altında olup bundan dolayı kişinin yaptığı eylemlerin neticesinden korkmamaktan ötürü haramlara düşme halidir. Korku, inançla irtibatlıdır. Bunun için korku, kişiden kişiye farklılık göstermektedir. Korku, genel olarak gelecekte nahoş bir şeyin gerçekleşme ihtimalinden kaynaklanmaktadır. Müminlerin korkusu ahiret ve Allah'ın azabından dolayı olurken, kâfirlerin korkusu ise, dünyaya ait bir nimetin yok olması ya da başlarına kötü bir şeyin gelme beklentisinden dolayıdır. Onların korkuları dünyevî meselelerle sınırlıdır. Bundan dolayı mümin olanla olmayanlardaki korku sebebi, inançlarındaki farklılıktan dolayı değişiklik göstermektedir. Şeytan, dostlarını rızık kazanmak için haram yollara girsinler diye onları fakirlikle korkutmaktadır. Allah'ın kullarını azapla korkutması ise, yalnızca onları kendisine itaat etmeye ve salih amel işlemeye yöneliktir. Üzüntü, hoş olmayan bir şeyin vuku bulması ya da sevilen bir şeyin elden çıkması dolayısıyla kişide meydana gelen sıkıntıdır. Üzüntü üç kısımdır. Bu, bazen övgüye layık olur ki, Allah'ın hakkı olan bir hususta gösterilen eksiklikten dolayı duyulan üzüntüdür. Bu övgü, üzüntünün bizatihi kendisinden dolayı değil; yalnızca Allah'a itaat ve O'nun emrine yapışmaya götürmesinden dolayıdır. Bazen de üzüntü yergiye neden olur ki bu da, elden çıkan bir dünyalık ya da arzu edilen bir dünyalığı elde edememekten kaynaklanan üzüntüdür. Üzüntü bazen de sevdiklerini vesaireyi kaybetmeye üzülmek gibi doğal da olabilir. Korku ve üzüntü, düşünmekten kaynaklanan bir sıkıntı olmak konusunda birleşir. Her ikisinin de sebebi, zihni bu tür şeylerle meşgul etmektir. Ancak bu ikisi zaman yönünden birbirinden ayrılmaktadır. Çünkü korku, geleceği düşünmekten kaynaklanırken; üzüntü ise, şu anı ve geçmişi düşünmekten dolayı meydana gelmektidir. Netice itibariyle korku ve üzüntü, bütün zamanları kapsadığından insanın tüm zorluk, meşakkat ve psikolojik sıkıntıları anlamına gelmektedir. İşte Allah, müminlerden bu iki sıkıntıyı kaldırmıştır ki bu, en büyük ilâhî nimetlerdendir. Müminler için hiçbir korku ve üzüntünün olmadığını beyân eden ifâdelerde pek çok belagat sırları ve beyânla ilgili incelikler vardır. Korku ve üzüntü on sekiz yerde birlikte geçmiştir. Kur'ân-ı Kerim, aziz olan Allah'ın önünden ve arkasından hiçbir batılın kendisine ilişemediği kelamı olduğuna göre, onun akılların bilemeyeceği nice sırları, kalplerin hayrete düştüğü nice hikmetleri olmalıdır. Bütün bu sırlar ve hikmetler, ancak uzun uzun tefekkür ve bu âyetlerin belagatle ilgili anlamlarını iyice düşünmekle idrak edilebilir. Korku ve üzüntünün bir arada geçtiği âyetler üzerindeki tefekkürün ardından bu iki kelimenin üç şekilde geldiklerini gördük. Bunlar: olumlu, olumsuz ve nehiy şeklindedir. Olumlu şekil sadece bir âyette, nehiy şekli üç âyette, olumsuz şekli ise on dört yerde geçmiştir. Korku ve üzüntünün olumlu bir şekilde kullanıldığı yer, Yakup (as)'un Yusuf (as)'tan ayrılma korkusunu ifâde ettiği sözünde geçmiştir. Nehiy şekli ise, ya melekler ya da ilham yoluyla Allah'ın korku anında müminleri güçlendirmek için onların kalplerine yerleştirdiği bir duygudur. Nefiy şekli ise, Allah'ın müminlerin birtakım özelliklerini zikretmesinin akabinde gelmiştir. Orada Allah, kendisinde söz konusu sıfatlar bulunan kimseye hiçbir korku ve üzüntünün ilişmeyeceğini haber vermiştir. Bunda da her mümini bu sıfatlarla bezenmeye teşvik vardır. Ele aldığımız âyetlerde; korkunun üzüntüden önce ifâde edilmesi, korkunun isim formunda, üzüntünün ise fiil formunda gelmesi, fiilden önce zamirin gelmesi ve bunların dışında daha birçok inanılmaz incelikler ve beyânî sırlar, âyetlerdeki dizilişin belagatle ilgili i'cazın zirvesinde olduğunu, bu dizilişteki en ufak bir değişikliğin onun beyân gücünü azaltacağı gerçeğini müşahede ettik. İşte bu, bizim bu çalışmada eriştiğimiz buzdağının görünen yüzüdür. Sonuç itibarıyla araştırmacıların, Kur'ân'ın beyânî i'cazı konusunda daha derin çalışma yapmalarının gerekli olduğu kanaatine vardık.
  • Loading...
    Thumbnail Image
    Master Thesis
    The Escape From the Faith Which Ds Mentioned Dn Quran
    (2008) Timur, Salih; Güneş, Abdulbaki
    Yahudiler, Hıristiyanlar ve Arab müşrikleri Allah, melek, ahiret, peygamber gibi ilâhî dinlerde yer alan birçok inançlara sahip olmalarına rağmen bu inançlara ilişkin yanlış telakileri sebebiyle inançları Allah katında bir değer ifade etmemiştir. Dolayısıyla inanması gereken konuların ilâhî vahye dayanmaları gerektiği gibi bu konulara inanma biçimi de vahye dayanması gerekir. Vahiyle belirlenmiş dini ilkelerin, kültürün etkisiyle farklı bir mahiyet kazanmaları dini sapmaların en büyük sebebidir.
  • Loading...
    Thumbnail Image
    Master Thesis
    The Method of Commentary of Hz. Aisha and Her Position in the Commentary
    (2011) Ayhan, Esma Biçen; Güneş, Abdulbaki
    Hz. Aişe fevkalade bir kişiliğe sahip, İslâm ahlakı ve bilgisiyle yoğrulmuş, her Müslüman kadına örnek olabilecek, İslâm'ın yetiştirdiği ender şahsiyetlerden biridir. Hem kendi kişiliği hem de Resûlullah'ın (s.a.s.) eğitim-öğretimi sayesinde İslâm'ın ana kaynağı olan Kur'ân-ı Kerim'i anlayabilme, âyetlerin manevi hikmetlerini kavrayabilme ve onu tefsir etme noktasında, bu konuda öne çıkan Sahâbiler arasındaki yerini almıştır.Hz. Aişe Kur'ân'ı tefsir ederken önce Kur'ân-ı Kerim'e, sonra sünnete müracaat etmiş, bunlarda aradığını bulamazsa Kur'ânî bilgisine dayanarak kendi görüşünü belirtmiştir. Sünnete olan bağlılığı bilinmekle beraber o, Resûlullah'a izafe edilen bazı rivâyetleri Kur'ân'ın ruhuna ve akla ters düştüğü gerekçesiyle reddetmiş, Sahâbeyi bu konuda eleştirmiş ve Resûlullah'tan yanlış duyulduğunu veya anlaşıldığını düşünerek Kur'ân'a arz etmiştir. Bu yüzden Kur'ân'ı anlama ve tefsir etmede, akıl-nakl dengesini korumakla beraber akla çok önem vermiştir.Hz. Aişe, Kur'ân'ı anlama, yorumlama, onu açıklayabilme ve en kısa zamanda hayatlarına uygulayabilme konusunda çaba gösteren, Kur'ân'ın indiği ve yaşandığı bir ortamda büyümüş olan eşsiz Sahâbe arasındaki ilklerdendir. Hem de Resûlullah'ın en özel anlarına dahi tanıklık yapabilecek kadar yakınında olup ondan en iyi şekilde istifade edebilecek derecede dinamik, akıllı ve istekli olması hasebiyle, onun Kur'ân ile ilgili görüşleri tefsir ilmi açısından çok değerli bir kaynaktır.Çalışmamız giriş ve üç bölümden oluşmaktadır. Giriş kısmında araştırmanın konusu, önemi, amacı, yöntemi ve Sahâbe döneminde tefsir anlatılmıştır. Birinci bölümde Hz. Aişe'nin hayatı, şahsiyeti ve ilmi kişiliği ele alınmış; ikinci bölümde Hz. Aişe'nin tefsir rivâyetleri incelenerek onun tefsir ilmindeki yeri ve bu ilme katkıları üzerinde durulmuş; üçüncü bölümde ise Hz. Aişe'nin tefsir yöntemi tespit edilmeye çalışılmıştır.
  • Loading...
    Thumbnail Image
    Master Thesis
    The Semantic Analysis of Fatih Concept in Quran
    (2009) Alptekin, Zeynel Abidin; Güneş, Abdulbaki
    İman'ın Kur'ân'daki en temel anlamı, huzur ve güvendir. Aynı zamanda iman, Allah'ın prototipini çizdiği ideal Mü'min tipin en karakteristik özelliklerini yansıtan kaynaktır. Bu kaynağın menşei ise Kur'ân'ın ana muhtevasından başka bir şey değildir. İman'ın Mü'min'e isim olması, anlamı içerisinde barındırdığı güven öğesini hayatında daha bir anlamlı kılmaktadır. Güven, bütün ahlaki sistemlerde en temel ve vazgeçilmez bir haslettir. Ahlaki anlamda güveni kuşanmayan Mü'min'in, İslam'ın sınırları içerisinde görülmemesi, bu anlamı destekler mahiyettedir. İman'ın Kur'ân'da sıklıkla amel ile birlikte anılması, Allah'ın spekülasyonda kalmış iman yerine aksiyona dönüşmüş imanı öncelediğini gösterir. Kur'ân'ın üzerine bina edildiği iki temel zıt dünya görüşünden, olumlu ahlaki nitelikleri bütünüyle karşılayan kategoriye iman denirken, iman'ın karşısındaki her türlü şer ve kötü unsur küfür ile sembolize edilir. İman ve küfür zıtlığı, insanın sınanmak için gönderildiği dünyada imtihan edildiği iki temel alan konumundadır. Bu kulvardan herhangi birisinin tercihi, insanın hürriyetine ve doğal olarak sorumluluğuna bırakılmıştır. Akıl ve irade serbestisi ile donatılan insan, ebedi yaşam mekânı ahirette, iman sahiplerini bekleyen mutluluk ve refah yurdu cennet veya inkârcılar için hazırlanan sürekli azap ve işkence yurdu cehennem seçeneklerinden birini, gösterdiği duyarlılıklar ve ameller doğrultusunda tercih ederek elde edecektir. Bu olgu, insan hayatında iman'ı anlamlı ve önemli kılan en temel unsurdur. Çalışmamızın temel uğraş sahası, özetlenen konu bağlamında gerçekleştirilmiştir.
  • Loading...
    Thumbnail Image
    Master Thesis
    The State of the Woman in the Quran and the Intance of Mosses' Mother
    (2007) Dilmaç, Meryem; Güneş, Abdulbaki
    ?slam, kadının ailedeki ve toplumdaki konumunu güçlendirmis ve onların haklarını erkeklerin haklarına esit bir seviyeye getirmistir. Kadın, fizyolojik ve psikolojik olarak erkekten zayıf yaratılmıstır. Bu zayıflık, kadın için asağılanma sebebi sayılmayıp, aksine bu vesileyle erkeğe, kadını koruma, ona iyi davranma ve onun ihtiyaçlarını karsılama gibi görevler yüklemistir. Ayrıca kadına anne olması nedeniyle hiçbir medeniyette görülmeyen bir değer ve saygı verilmistir. Kadın yaratılıs itibariyle erkeğe göre ikinci derecede bir değere sahip değildir. Kur'an'ı Kerim'in ilke olarak belirlediği, insanların en değerli olanının ?takvada en üstün olanıdır.? ?slam'da erkek ve kadın iki yarısmacıdan çok, birbirini tamamlayan iki parçadır. Allah katında erkek ve kadın esittir. Aynı ?slami ilkelere uymaları gerekir ve O'nun önünde, hareketlerinden aynı derecede sorumludurlar. Yani metakozmik gerçek ile olan iliskilerinde esittirler. Fakat kozmik düzeyde psikolojik, biyolojik ve sosyal olarak birbirinden farklıdırlar ve birbirini tamamlarlar. Her iki cins farklı sayılarak üstünlük tartısmaları yapılamaz. ?slam'da, bir insan olarak erkeğe tanınan temel insan hakları kadına da tanınmıstır. Buna göre, yasama hakkı, mülkiyet ve tasarruf hakkı, kanun önünde esitlik ve geçim teminatı gibi haklar bakımından kadınla erkek arasında fark yoktur. Ancak kadının hakları yanında sorumlulukları da vardır. Aile yapısının korunması, ailede düzen, huzur ve mutluluğun sağlanması, annelik görevini en iyi sekilde yerine getirmesi, çocuklarını terbiye etmesi ve kocaya saygılı olması kadının basta gelen görevleridir. Musa'nın annesinin kıssası ise, çocuklarını eğitecek olan annelerin hallerine her yönüyle özen göstermeleri gerektiğine dikkat çekmektedir. Emzikli anne hakkında Kur'ân'nın bu kadar özen göstermesi, toplum hayatında annelik rolünün ve sorumluluğunun öneminden kaynaklanmaktadır.