Tıpta Uzmanlık Tezleri
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/20.500.14720/13
Browse
Browsing Tıpta Uzmanlık Tezleri by Issue Date
Now showing 1 - 20 of 757
- Results Per Page
- Sort Options
specialization-in-medicine.listelement.badge Identifcation of Dermatophytes and Isolation of Dermatophytes in the Van Region(1997) Bozkurt, Hamza; Berktaş, MustafaÇalışma, yüzeysel mantar enfeksiyonu olduğu düşünülen 1074 hastadan alınan örnekler üzerinde yapılmıştır. Bu örneklerin 342'si (%31.84) ayak, 237'si (%22.07) el, 208'i (%19.37) saçlı deri, 197'si (%18.34) gövde, 47'si (%4.38) kasık ve 43'ü (%4.00) tırnak bölgesinden alınmıştır. Alınan tüm örnekler önce direkt mikroskopik olarak incelenmiş, daha sonra etkenlerin izolasyonu amacıyla ikişer adet Sabouraud Dextrose Agar (SDA), Potato Dextrose Agar (PDA) Mycobiotic Agar (MBA) ve Dermatophyte Selective Agar (DSA) besiyerlerine ekilereki ekimlerden birisi 22-26C oda ısısında, diğeri 37C 'ye ayarlanmış etüvde inkübe edilmiştir. İzole edilen dermatofitler önce üreme hızı, yüzey görünümü, yüzey örgüsü, yüzey pigmenti, koloni tabanında pigment oluşumu, oda ısısında yada 37C'de üreyip ürememe özellikleri gibi makroslopik özellikleri açısından incenlenmiş, daha sonra selofan bant yöntemi ile Laktofenol Pamuk Mavisi preparasyon hazırlanarak dermatofitlerin hif ve spor yapıları gibi mikroskopik özellikleri incelenerek kaydedilmiştir. Ayrıca identifikasyonda üreaz oluşturma ve kıl delme deneyi gibi yöntemlerden de yararlanılmıştır. 1074 Örneğin 215 (%20.02)'inde direkt mikroskopi pozitifliği, 221 (%20.58)'inde ise kültür pozitifliği saptanmıştır.Alınan örneklerden 179'unda dermatofit,42'sinde Candida olmak üzere toplam 221 örnekten etken izole edilmiştir. Kültürden izole edilen 179 dermatofitin dağılımında;93 (%51.96)'ü T. rubrum, 51 (%28.49)'i T mentagrophytes, 13 (%7.26)'ü T. tonsurans ve 2 (%1.15)'si T. verrucosum olarak saptanmıştır. Bu dermatofitlerin izole edildikleri vücut bölgelerine göre dağılımında ise; ayak ve tırnakta en sık T. rubrum'un, gövde ve kasıkta en sık T. mentagrophytes'in, saçlı direde T. violacem'un en sık etkenler oldukları görülmüş, el bölgesinde ise T. rubrum ve T. mentagrophytes'in aynı oranlarda etken oldukları saptanmıştır.specialization-in-medicine-thesis.listelement.badge Van ve Çevresinde Görülen Tinea Kapitis Kliniğinde Etken Florası(1998) Gökşin, Şule; Metin, AhmetTinea kapitis hastalığı genelde çocuk yaş grubunda görülen ve dünyanın her yerinde rastlanabilen bir dermatofitozdur. Van ve çevresini içeren yörede önceki çalışmalarda da ortaya konduğu şekilde oldukça sık görülmekte ve klinik olarak dikkati çekecek ölçüde bazı farklılıklar sergilemektedir. Bu farklılıkların daha net olarak açıklanması ve tinea kapitisten sorumlu etken dermatofit florasının ortaya konması amacıyla yapılan bu çalışmada Yüzüncü Yıl Üniversitesi tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı Polikliniğine başvuran hastalar ele alındı. Yaş ortalaması 6.52±3.20 olan 28'i erkek 12'si kız toplam 40 hasta üzerinde yürütülen çalışmada erkeklerin hem daha fazla sayıda olduğu hem de muayeneye daha erken dönemde getirildikleri görüldü. Hastalarda daha önce de bildirildiği şekilde tinea kapitis profunda kliniğinin diğer klinik tiplerden sık görüldüğü saptandı. Alınan örneklerin mikolojik incelemesi sonucu %75'inin pozitif direkt mikroskopik bulgular taşıdığı aynı oranda ve tamamen aynı hastaları içermeyecek şekilde hastalıktan sorumlu dermatofitin ortaya konduğu görüldü. Hem direkt mikroskopik bulguların hem de besi yerindeki izolasyon oranlarının tinea kapitis profunda kliniğinde daha düşük olması dikkati çekti ve bunun lezyonlardaki eksudada bulunan dermatofit inhibitör faktöre bağlı olabileceği görüşüne varıldı. Buna göre çalışmada ele alınan hastalardaki tinea kapitis florası sıklık sırasına göre %43.33 T. verrucosum, %30 T. violaceum, %23.33 T.rubrum, %3.34 T. mentagrophytes'ten oluşuyordu. Tinea kapitis profunda kliniğinin çoğunlukla T. verrucosumla meydana geldiği ve bu klinikteki hastaların daha çok kırsal alandan başvuran hastalar olduğu görüldü. Bu bulgular Türkiye ve dünyanın farklı yerlerinden bildirilen çalışmalarda ulaşılan sonuçlarla karşılaştırıldığında sonuçlarımızın epidemiyolojik olarak benzer bazı özellikler sergilediği görülürken floranın oldukça değişik olduğu ortaya kondu. Bu duruma sebep olarak da yöredeki halkın sosyoekonomik yapısının ve yaşam tarzının etkili olabileceği kanaatine varıldı.specialization-in-medicine.listelement.badge Rubella Seroprevalance in Adolescant Girls in Van(1998) Ceylan, Nesrin; Odabaş, DursunÇalışma, adolesan dönemdeki kızlarda kızamıkçık IgG ve IgM antikor seviyelerinin belirlenerek seronegatif bireylerin tespit edilmesi ve bunların Konjenital Kızamıkçık Sendromu riskinden korunmaları için aşılanmalarının önerilmesi ve sakat doğumları önüne geçilmesi amacıyla yapıldı. Ayrıca, Van'da kızamıkçığın seroprevalansının belirlenmesi da amaçlandı. Bu amaçla. Kız Yetiştirme Yurdu, Sağlık Meslek Lisesi, Y.Y.Ü. Van Sağlık Meslek Yüksekokulu ve Van İmam Hatip Lisesindeki, yaşlan 11-21 arasında değişen toplam 400 kız, öğrenci çalışmaya alındı. Öğrenciler adolesan dönemlerine göre erken (11-13 yaş arası), orta (14-17 yaş arası) ve geç (18-21 yaş arası) adolesan dönem olmak üzere üç gruba ayrıldı. Ayrıca öğrenciler sosyo-ekonomik seviyelerine göre de iyi (150 öğrenci) ve kötü (250 öğrenci) olarak iki gruba ayrıldı. Bu öğrencilerden usulüne uygun olarak elde edilen serumlarda kızamıkçık IgG ve IgM antikorları Solid Faz ELISA yöntemiyle belirlendi. Çalışmaya alınan toplam 400 kişiden 18 (%4.5)'nin aktif kızamıkçık hastalığı geçirmekte olduğu, 360 (%90)'ının daha önce kızamıkçık hastalığını geçirmiş yani bağışık olduğu, kalan 22 (%5.5) kişinin ise hastalığa duyarlı oldukları tespit edildi (p<0.05). Erken adolesan dönemdeki 110 öğrenciden 5 (%4.5)'inin hastalığa duyarlı oldukları [IgM(-), IgG(-)], 6 (%5.4)'sının aktif hastalığı geçirmekte olduğu [IgM(+), IgG(+/-)], ve 99 (%90) tanesinin de bağışık olduğu [IgG(+)] tespit edildi. Orta adolesan dönemdeki 180 öğrenciden 10 (%5.6)'unun hastalığa duyarlı oldukları [IgM(-)], 12 (%6.6)'sinin aktif hastalığı geçirmekte olduğu [IgM(+)J, ve 158 (%87.8) tanesinin de bağışık olduğu [IgG(+)] tespit edildi. Geç adolesan dönemdeki 110 öğrenciden 7 (%6.3)'sinin hastalığa duyarlı oldukları, [IgM(-)] 103 (%93.7) tanesinin de bağışık olduğu [IgG(+)] tespit edildi. Bu grupta hastalığın aktif döneminde olan yoktu (p<0.05). Sosyo-ekonomik düzey açısından yapılan değerlendirmede, ekonomik durumu iyi olan 150 kişiden 14 (%9.4)'ünün kızamıkçık IgG ve IgM Meri negatif, ekonomik durumu kötü olan 250 kişiden 8 (%3.2)'nin IgG ve IgM negatif oldukları tespit edilmiş olup, kızamıkçık hastalığını geçirme oranları açısından aralarındaki farkın istatistiksel olarak anlamlı olduğu (p<0.05) saptanmıştır. Sonuçta, toplam 400 öğrencinin 18 (%4.5)'inde IgM pozitif, 22 (%5.5) tanesinde IgM negatif, 360 (%90) tanesinde ise kızamıkçık hastalığına karşı bağışık durumda oldukları tespit edilmiştir. 400 öğrenciden %5.5'inin hamilelik döneminde kızamıkçık hastalığına yakalanmaları durumunda Konjenital Kızamıkçık Sendromlu çocuk doğurma riskine sahip olduğu belirlenmiştir. Sosyo-ekonomik durum açısından yapılan değerlendirmede ekonomik durumu iyi olduğu belirlenen 150 öğrenciden 14 (%9.4) tanesinin duyarlı, 8 (%5.3) tanesinin aktif enfeksiyon döneminde olduğu ve kalan 128 (%85.3) öğrencinin ise hastalığı geçirerek bağışık durumda oldukları belirlenmiştir. Yine ekonomik durumu kötü olarak belirlenen 250 öğrenciden 8 (%3.2) tanesinin enfeksiyona duyarlı, 10 (%4) tanesinin hastalığın aktif döneminde olduğu ve kalan 232 (%85.3) öğrencinin ise bağışık durumda oldukları tespit edilmiştir. Bu nedenle, bu risk faktörünün ortadan kaldırılması amacıyla ülkemizde de gelişmiş ülkelerde olduğu gibi bir an önce ve kolay önlem olan aşılama programının rutin uygulanan zorunlu aşı programına dahil edilmesi gerektiği sonucuna varılmıştır.specialization-in-medicine.listelement.badge Evaluation of Ocular Hemodinamics With Color Doppler Ultrasonography in Primary Open-Angle Glaucoma(1998) Poyraz, Necdet; Bozkurt, MehmetPrimer açık açılı glokom (PAAG) tanısı ile izlenen 30 olguda orbital kan akımı değişikliklerini analiz etmek amacıyla oftalmik arter (OA), santral retinal arter (SRA) ve kısa posterior silier arter (PSA)'lerdeki kan akımı hızları ve rezistivite indeksleri renkli Doppler ultrasonografi (RDU) yöntemi ile ölçüldü ve bulgular kontrol grubu olarak seçilen 30 sağlıklı birey ile karşılaştırıldı. Hasta grubunda kontrol grubu ile karşılaştırıldığında SRA ve PSA maksimum sistolik hızlarında ve diastol sonu akım hızlarında anlamlı azalma izlenirken rezistivite indekslerinde artış izlendi. Ancak bu oküler hemodinamik değişikliklerin ne ifade ettiği henüz tam olarak anlaşılamamıştır. Bununla birlikte, RDU glokomun etyopatogenezinin araştırılmasında, oküler vaskülaritenin değerlendirilmesinde faydalı bir noninvazif görüntüleme yöntemidir. Anahtar Kelimeler: Primer açık açılı glokom, renkli Doppler ultrasonografi, oküler kan akımı.specialization-in-medicine.listelement.badge Auditory Brain Stem Responses in Iron Deficiency Anemia(1999) Akçay, Gürbüz; Öner, Ahmet FayikYüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Polikliniğine rutin kontrolleri için getirilen yaşları 12 ay ila 60 ay arasında olan 64 çocuktan 33 çocuk demir eksikliği tesbit edilerek vaka grubuna, demir eksikliği olmayan 31 çocuk ise kontrol grubuna alındı. Bu çocuklarda demir eksikliğinin nörosensoriyal matürasyon üzerine etkisini incelemek için vaka ve kontrol grubuna beyin sapı işitsel cevaplarına (Auditory Brain Stem Response-ABR) bakıldı. Çalışmaya alınan çocuklar 12 aya kadar olanlar 1. grup, 18-36 ay arası 2. grup ve 36 ay üstü 3. grup olarak üç gruba ayrıldı. Kontrol grubu ile karşılaştırıldığında 1. Yaş grubunda I-V interpik latansta gecikme (p=0.002), 2. Yaş grubunda V. dalga latansı ve III- V interpik latansında gecikme (sırasıyla p=0.002 ve p=0.004), 3. Yaş grubunda ise I. dalga latansında gecikme bulduk (p=0.007). Bu gecikmeleri demir eksikliğinde myelinizasyonun tam olamaması ve/veya demirin yapısına girdiği nörotransmitterlerin eksik fonksiyonu ile açıklanabileceğini düşündük.specialization-in-medicine.listelement.badge Aktif Tüberkülozlu Hastalarda Tedavi Öncesi ve Tedavi Süresince IFN-Gamma ve IL-2 Düzeylerinin Araştırılması(2000) Güdücüoğlu, Hüseyin; Berktaş, Mustafa2. ÖZET Bu çalışma aktif tüberkülozlu hastalarda, hastaların klinik seyri sırasında hücresel immunite göstergeleri olan sitokinlerin nasıl bir değişim gösterdiğini incelemek amacıyla planlanmıştır. Bu nedenle 18 aktif tüberküloz hastasından, tedavinin başında ve iki aylık süre sonunda, kan örnekleri alınarak, ELISA yöntemiyle serumlarında IL-2 ve IFN-y seviyelerine bakılmıştır. Yapılan araştırma sonucunda; hastalardan tedavi öncesi alınan ilk serum örneklerinde IL-2'nin 15-980 pg/ml, ikinci serum örneklerinde ise 15-490 pg/ml arasında olduğu, IFN-y için ilk serumlarda 15-22,2 pg/ml, ikinci serumlarda ise 15-28.5 pg/ml arasında olduğu saptanmıştır. Bu sonuçlara göre, iki sitokinden IFN-y' nın tedavi öncesi ve iki aylık tedavi sonrası ölçülen değerler arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmazken (p> 0.05), IL-2 değerleri arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p< 0.01). Aktif tüberkülozlu hastalarda IL-2 seviyelerinde tedavinin ikinci ayında alınan değerlerin, tedavi öncesi değerlere göre bariz olarak azaldığı; fakat IFN-y seviyesinde, tedavi öncesi ve iki aylık tedavi sonrasında anlamlı bir değişikliğin olmadığı sonucuna varılmıştır.specialization-in-medicine.listelement.badge Primer Diz Osteoartritinde Radyolojik Evrelere Göre Meniskusların ve Diğer Patolojilerin Manyetik Reazonans Görüntüleme ile İncelenmesi(2000) Demiralp, Levent; Atay, GülayBu çalışma, radyolojik olarak primer diz osteoartriti tanısı konulup konservatif tedaviye rağmen yeterli klinik düzelme göstermeyen olgularda, radyolojik evrelere göre meniskal ve diğer internal patolojileri tespit etmek, radyolojik bulgular ile klinik arasındaki korelasyonu araştırmak amacı ile yapılmıştır. Altı aydan fazla şikayeti olan ve verilen medikal ve fizik tedaviye rağmen semptomlarında yeterli düzelme görülmeyen olgular çalışmaya alındı. Kellgren-Lawrence evrelemesine göre gradel ile grade 3 arasmda olan 39 olgunun 45 dizine manyetik resonans incelemesi yapıldı. Olgular 29 kadın, 10 erkekten oluşmaktaydı. Yaş ortalaması 53.78±6.14 yıl, VKI 29.1+4.82 kg/boy2, ortalama hastalık süresi 26.4+15.5 ay olarak bulundu. Olguların %88.7'de medial kompartman tutulumu, %39.8'inde patellofemoral kompartman tutulumu, %30.9'da ise lateral kompartmanın etkilendiği görüldü. Medial meniskus posterior horn' da %46.6 oranında, lateral meniskus posterior hora' da %15.5 oranında, lateral meniskus anterior horn' da %4.4 oranında yırtık saptandı. 21 olgu (%46.6) ile en fazla MMPH'da yırtık tesbit edildi. Olguların 13 tanesinde (%28.8) medial meniskusda internal dejenerasyon, 3 olguda da (%6.6) lateral meniskus da internal dejenerasyon tespit edildi. VKI, ile radyolojik bulgular arasmda korelasyona rastlanmadı (p>0.05). Fakat yaş ile radyolojik bulgular arasmda korelasyon tespit edildi (p<0.05). Toplam MR skoru ile Womac ağrı skoru ve VAS arasmda istatistiksel olarak anlamlı olmayan pozitif korelasyona rastlandı. Kellgren-Lawrence evrelemesi ile toplam manyetik resonans skoru arasmda istatistiksel olarak anlamlı korelasyon saptandı(p<0.01). Kellgren-Lawrence evrelemesi ile 6 T.C YÜKSEKÖĞRETİM KÜRüLO DOKÜMANTASYON MERKEEİMeniskus yırtıkları arasında ise herhangi bir korelasyona rastlanmadı (p>0.05). Konvansiyonel grafîde tespit edilemeyip manyetik resonans görüntüleme ile saptanan patolojilere rastlandı. Bu patolojiler: 14 olguda osteonekroz, 13 olguda kondromalazi patella, 3 olguda anterior kurisiat ligament rüptürü, 8 olguda eklem içinde sıvı artışı, 7 olguda suprapatellar bursada sıvı artışı, 1 olguda sinoviyal kist bulundu. Bu bulgulara göre primer osteoartrit'de konvansiyonel grafilerden başka seçilmiş olgularda manyetik resonans görüntüleme gibi diğer metotlar da kullanılabilir. Bu tetkikler sayesinde osteoartrit'e eşlik eden internal patolojiler tespit edilerek tedavinin bunlara göre planlanmasının faydalı olacağı görüşündeyiz.specialization-in-medicine.listelement.badge Kronik Mekanik Bel Ağrılı Hastaların Tedavisinde Bel Okulu, Fizik Tedavi ve Medikal Tedavinin Karşılaştırılması(2000) Bakan, Betül Erdem; Göksoy, Turgutl.ÖZET Bu prospektif klinik çakşmada,kronik mekanik bel ağrılı hastalarda bel okulunun etkinliğini değerlendirmek amaçlanmıştır. Kronik mekanik bel ağrısı olan, yaşlan 20 ile 50 yaş arasında değişen 90 hasta rastgele seçimle üç gruba ayrıldı. Birinci grubtaki 30 hasta için bel okulu programı, ikinci gruptaki 30 hasta için fizik tedavi (ultrason, TENS, hot-pack, traksiyon), üçüncü gruptaki 30 hasta için de medikal tedavi (NSAİİ, myorelaksan, gerektiğinde antideprasan) uygulandı. Hastalar tedavi öncesi ve tedaviden 1, 3, ve 6 ay sonra Oswestry Ağrı Sorgulama Formu, Bel Ağrısı Sonuç Skalası, Ağrı Disabilite tndexi, Visual Analog Ağrı Skalası, Beck-Depresyon ölçeği ve Spinal Hareket Açıklığı ölçümleri ile değerlendirildi ve karşılaştırıldı. Spinal Hareket Açıklığı, Visual Analog Ağrı Skalası, Beck-Depresyon Ölçeği sonuçları her üç grup arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık göstermedi. Oswestry Ağrı Sorgulama Formu, Bel Ağrısı Sonuç Skalası, Ağrı Disabilite tndexi sonuçlan bel okulu ve fizik tedavi grubunda, medikal tedavi gurubuna göre istatistiksel olarak anlamlı düzelme gösterdi Sonuç olarak 'İsveç Bel Okulu Programı' kronik mekanik bel ağnlı hastaların tedavisinde fizik tedaviye eşdeğer ve medikal tedaviden daha etkin bulundu.specialization-in-medicine.listelement.badge İnterferon Beta 1-B Tedavisi Alan Multipl Skleroz'lu Hastaların Takibinde Uyarılmış Potansiyeller(2001) Kisli, Mesude; Anlar, Y. ÖmerMultipl skleroz, santral sinir sisteminin beyaz cevherini tutan inflamatuar, demyelinizan bir hastalıktır. Myelin kılıfı boyunca ve venüller çevresinde inflamasyonla karekterizedir. Klinik çalışmalar multipl skleroz tedavisinde interferonlann yararlı etkileri olduğunu göstermiştir, interferon B 1-b ( İFNBl-b ) iyi tolere edilir, güvenlidir ve atak sıklığım azaltır. Aralık 1997-Ocak 2001 tarihleri arasında Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji kliniğinde yüksek doz İFN B 1-b ile tedavi edilen Multiple skleroz' lu hastaların takibinde betaferon'un uyarılmış potansiyeller ( Görsel Uyarılmış Potansiyel. VEP, Somatosensoriyal Uyarılmış Potansiyel. SEP, İşitsel Uyarılmış Potansiyel. BAEP) üzerine olan etkisi araştırıldı. Çalışmaya kesin MS tanısı alan 15 hasta dahil edildi. Hastalar iki yıl süre ile takip edildi. Tedavi öncesi, tedavinin 1. ve 2. yılında Manyetik Rezonans Görüntüleme ( MRG ), VEP, SEP, BAEP incelemesi yapıldı. İkinci yıl sonunda VEP incelemesi sonuçlan anlamlı idi. SEP ve BAEP incelemesi anlamlı değildi, interferon etkisinin homojen olmadığı, VEP üzerine daha etkili olduğu gözlendi. IFN B 1-b alan MS hastalarının takibinde MRG'nin yanında uyarılmış potansiyellerin, özellikle VEP incelemesinin önemli olduğu sonucuna varıldı.specialization-in-medicine.listelement.badge Fibromiyalji Sendromlu Hastalarda Elektroakupunktur ile Venlafaksin'in Tedavi Etkinliğinin Karşılaştırılması(2001) Özgür, Ali; Göksoy, Turgut1. ÖZET Bu çalışmanın amacı, Fibromiyalji sendromlu hastaların tedavisinde; Elektroakupunktur (EA) ile Venlafaksinin tedavi etkinliğini araştırmak ve karşılaştırmaktır. Tüm hastalar, çalışmanın başlangıcı ve sonunda; tutukluk, yorgunluk, uyku bozukluğu, vizuel analog skala (VAS), hassas nokta sayısı ve Beck depresyon envanteri (BDE) parametreleri kullanılarak değerlendirildi ve karşılaştırıldı. FMS'li 60 hasta rastgele, eşit iki gruba ayrıldı. Birinci gruba E A; haftada 3 gün, her seans 20 dakika olmak üzere 15 seans uygulandı. İkinci gruba ise Venlafaksin 75 mg/gün, tek doz, 45 gün süreyle kullandırıldı. Hastaların, tedavi öncesi ve tedavi sonrası bulguları kaydedildi. Bağımlı ve bağımsız gruplar için Student'in t testi kullanıldı. Bu analizlerde, tedavi öncesi tutukluk ve Beck depresyon envanteri parametrelerinde gruplar arası fark olduğu (p<0.05) görüldü. Diğer parametrelerde anlamlı fark yoktu (p>0.05). EA tedavisi, tutukluk parametresinde çok anlamlı (p<0.01), diğer parametrelerde ise ileri derecede anlamlı (p<0.001) etki oluşturdu. Venlafaksin tedavisinde, hassas nokta sayısında çok anlamlı (p<0.01), diğer parametrelerinde ise ileri derecede anlamlı (pO.001) düzelmeler oldu. Uygulanan tedavi yöntemleri, biribirleriyle karşılaştırdığında; tutukluk, yorgunluk, hassas nokta sayısı parametrelerinde anlamlı bir fark olmadığı (p>0.05) anlaşıldı. Uyku bozukluğu parametresinde ise her iki yöntemin eşit etkili oldukları sonucuna varıldı. VAS ve BDE parametrelerinde ise EA tedavisi, venlafaksin tedavisine göre çok anlamlı (p<0.01) düzelme sağladı. Sonuç olarak; kısa dönemde her iki tedavi yönteminin de Fibromiyalji sendromunun tedavisinde etkili oldukları görülmüştür. Ancak VAS ve BDE parametrelerinde EA tedavisinin, venlafaksin tedavisine oranla daha etkili olduğu sonucuna varılmıştır.specialization-in-medicine-thesis.listelement.badge Newborn Babies in Van Regionhypothermia Problem: Effect on Mortality and Morbidity(2002) Kahveci, Hasan; Krimi, ErcanBu çalışmada hipotermi ile başvuran yenidoğan bebeklerin bulguları kontrol grubuyla karşılaştırılarak hipoterminin yenidoğan bebeklerdeki morbidite ve mortaliteye etkileri araştırılmıştır. Çalışma Yüzüncü Yıl Üniversitesi Araştırma Hastanesi Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesinde Haziran 2000 ile Şubat 2002 tarihleri arasında yapılmıştır. Hipoksiye maruz kalmış 49 yenidoğan çalışma grubu olarak alındı. Karşılaştımada kullanılmak üzere sağlıklı ve problemi olmayan 40 yenidoğan bebek de diğer kontrol grubunu oluşturdu. Hastaların üniteye geliş ağırlığı, gestasyon yaşı (son adet tarihine göre hesaplanmış), cinsiyet, hastanede kalış süresi ve hastanın sonucu kaydedildi. Gelişte ve 0,1,2,3,4,5,6,8,10,12. saatlerdeki cilt ısısı, kan basıncı, kalp ve solunum hızları izlenerek kaydedildi. Ayrıca hastalara tam kan sayımı, rutin biyokimyasal analiz, kapiller kan gazı, pıhtılaşma testleri (protrombin zamanı ve aktive parsiyel tromboplastin zamanı), doğal koagülasyon inhibitörleri (protein C, protein S ve antitrombin III) de çalışıldı. Her iki grubun da gestasyonel yaş (35,33,9 hafta ve 34,23,7 hafta), geliş ağırlığı (2170809 gr ve 1896801 gr) ve cinsiyet dağılımları (erkek %63,3 ve %75) birbirine benzerdi (p>0.05). Protrombin zamanı ve aktive parsiyel tromboplastin zamanı hiposik grupta anlamlı olarak daha uzundu. (sırasıyla, 26,910,4 sn ve 15,91,1 sn; 62,723,3 sn ve 39,26,8 sn) (p<0.05). Protein C, protein S ve antitrombin III ve kapiller pH sayımları hasta grubunda anlamlı olarak düşüktü. Hipoksik hastaların lökosit, serum potasyum, alanin aminotransferaz ve aspartat aminotransferaz değerleri çok daha yüksek bulundu. Hipoksik bebeklerin mortalite oranı, aynı dönemde ünitede başka nedenlerle yatırılıp tedavi görmüş bebeklerle karşılaştırıldığında anlamlı olarak yüksekti (sırasıyla %28 ve %12,2) (p<0.05). Sonuç olarak hipoksinin yenidoğan bebeklerde hemostaz, kan gazı ve bazı biyokimyasal parametrelerde bozukluklara yolaçarak mortaliteyi artırdığı bulunmuştur. Hipoterminin önlenmesi bölgemizde yenidoğan mortalitesini düşürebilecektir. Anahtar Kelimeler: Yenidoğan, Hipotermi, Kanama, Mortalitespecialization-in-medicine.listelement.badge Servikal Aks Düzleşmesi Olan Hastaların Mrg ve Fizik Muayene ile Etyolojilerinin Belirlenmesi(2003) Demirel, Adnan; Adak, BurhanI. ÖZET Bu çalışmanın amacı, servikal aks düzleşmesi olan boyun, boyun / baş, boyun / omuz-kol ağrısı olan hastaların fizik muayene, röntgen ve MRG ile incelenip servikal lordoz düzleşmesinin altında yatan nedenleri ortaya koymak ve ileri tetkikin ne kadar gerekli olduğunu ve fizik muayenenin önemini ortaya koymaktı. Olgularımızın en küçüğü 21, en büyüğü 48 yaşında olup yaş ortalaması 34.4 dü. Olguların 11 'i erkek 49'u kadındı. Olgularımız, boyun, boyun-baş, boyun-omuz ve kol ağrısı yakınması ile başvuran 60 hastanın iki yönlü servikal grafileri çektirilerek servikal lordoz düzleşmesi olan hastalar çalışmaya alındı. Tüm olgular boyun ağrısına neden olabilecek hastalıklar açısından ayrıntılı fizik muayene yapıldı ve her hastaya A-P ve lateral servikal grafi istenip lordoz açıları Cobb metodu ile değerlendirildikten sora MRG'leri istendi. İlk çekilen servikal grafiden 3-4 ay sora çektirilen MRG ların sonuçlarıda incelendikten sonra servikal lordoz düzleşmesinin altında yatan etiyolojik faktörler tasnif edildi. MRG sonuçlarında lordoz düzleşmesi olanlar kronik, düzleşme olmayanlar akut olarak kabul edildi. Yaptığımız çalışma kronik servikal aks düzleşmesi olan hastaların %62.5'in de fibromyalji sendromu, %35'sinde servikal herni, %47.5'in de gerilim tipi baş ağrısı, %30'un da anksiyete, %22.5'in de servikal spondiloz, %17.5'in de myofasial ağrı sendromu bulundu. Akut vakaların ise %50'si gerilim tipi baş ağrısı, %25'u servikal herni, %45'in de servikal spondiloz, %30'un da fibromyalji sendromu, %15'in de myofasial ağrı sendromu, %10'un da anksiyete, %10'un da depresyon bulundu. Bu çalışma her iki grupta da gerilim tipi baş ağrısı oldukça yüksek olup, kronik grupta psikiatrik bozuklukların ve fibromyalji sendromu' nun akut gruptan daha fazla olduğunu tespit ettik. Akut grupta ise kronik gruba göre servikal spondilozun arttığını ve fibromyalji sendromu ' nun azaldığını tesbit ettik. Bulduğumuz sonuçlarda; fibromyalji sendromu, gerilim tipi baş ağrısı ve psikiatrik bozuklukların yüksek olduğunu ve boyun ağrılarında ileri görüntüleme tetkiklerinin istenmeden önce mutlaka bu hastalıkların gözden geçirilmesinin faydalı olacağı görüşündeyiz. Ayrıca servikal aks düzleşmesinin servikal vertebral kolonda bazı patolojilere neden olabileceğini, bu nedenle tedavi edilmesi gerektiği görüşündeyiz.specialization-in-medicine.listelement.badge Van Yöresinde Kadın ve Çocuğa Yönelik Aile İçi Şiddet(2003) Sucaklı, Mustafa Haki; Şahin, Hüseyin AvniBu çalışma, Van bölgesinde yaşayan kadın ve çocukların maruz kaldıkları aile içi şiddetin boyutunu, tipini, sıklığını ve kadınların şiddete bakış açılarını çeşitli yönleriyle ortaya koymak için planlanmıştır. Çalışma 513 evli kadın üzerinde anket aracılığı ile yüzyüze görüşme yöntemi kullanılarak yürütülmüş, kesitsel tipte bir çalışmadır. Araştırma kapsamına giren kadınların %75.4'ü aile içi şiddete maruz kaldıklarını belirtmişlerdir. Kadınların %64.9'u sözel şiddete, %55.8'i ekonomik şiddete, %52.4'ü fiziksel şiddete, %38.8'i ise cinsel şiddete maruz kalmakta idi. Şiddetin hiçbir şekline maruz kalmayanların oranı ise sadece %24.6 idi. Kadınlara fiziksel şiddet %78.4 oranında eşleri tarafından uygulanmakta idi. Yine bu kadınların %20.4'ü sık sık, %47.2'si ara sıra, %32.3'ü ise çok az sıklıkta fiziksel şiddete maruz kalmakta idiler. Şiddete maruz kalan kadınlar; daha yaşlı, ilk evlenme yaşı düşük, evlilik süresi uzun, daha çok sigara içen, eğitim düzeyi daha düşük, eşi alkol kullanan, ekonomik sıkıntı çeken, çocukluğunda şiddete maruz kalmış, aileleri kalabalık ve çocuk sayısı fazla olan kadınlardı. Şiddete maruz kalan kadınlar şiddeti onaylamaya eğilimli idiler. Çocuğa yönelik aile içi şiddet oranı %70.4 idi. Çocuklar %29 ailede sadece anne, %4.6 ailede sadece baba ve %37.1 ailede ise hem anne hem de baba tarafından fiziksel şiddete maruz kalmakta idi. Çocuğa şiddet uygulayanlar; kendi ebeveyninden fiziksel şiddet gören, öğrenim düzeyi düşük, çocuk sayısı fazla olan ve kendisi şiddet gören kişiler idi. Araştırma sonuçları kadın ve çocuğa aile içinde uygulanan şiddetin çok yüksek seviyelerde olduğunu göstermektedir. Şiddetin önlenebilmesi için; gerekli yasal düzenlemeler yapılmalı, eğitim ve ekonomik seviye yükseltilmeli, halk bilinçlendirilmen, konuyla ilgili tüm birimler koordine edilmeli, eğitim ve alt yapı eksiklikleri giderilmelidir.specialization-in-medicine.listelement.badge Çeşitli Anatomik ve Dinamik Faktörlerin Postprosta Tektomik Erken Dönemde Kontinans Kazınımına Etkisi(2003) Çeçen, Kürşat; Aydın, SabahattinBenign prostat hiperplazisi'nin tedavi seçenekleri içinde bulunan prostatektomi, günümüzde bir kısım hastalar için halen kaçınılmaz bir tedavi yöntemidir. Prostatektomi sonrası görülebilen üriner inkontinans hastalar ve hekimler için can sıkıcı bir komplikasyondur. Prostatektomi endikasyonlarının tartışıldığı günümüzde bazı tanısal parametrelerin prostatektomi sonrası kontinans kazanımına etkilerini belirlemek amacı ile bu çalışma planlandı. Çalışmaya prostatektomi endikasyonu konulmuş 75 hasta dahil edildi ve bu hastalarda ameliyat öncesi rezidüel idrar volümü (RV), maksimum idrar akım hızı (Q-maks), endoskopi ile ölçülen prostatik üretra uzunluğu (U-prost), uretral basınç profili (UPP) ile ölçülen fonksiyonel üretra uzunluğu (U-fonk), Türk semptom skoru (TSS) ve yaşları kaydedildi. Tarafımızdan belirlenen inkontinans skor laması kullanılarak ameliyat öncesinde ve sonda çekildikten sonraki 1. gün, 15. gün, 30. gün ve 90. günlerde hastalarda inkontinas sorgulandı. Ameliyat öncesi hastaların % 36'sında, sonda çekildikten sonraki 1.günde % 93 'ünde, 15. günde % 32'sinde, 30. günde % 15'inde ve 90. günde % 12'sinde inkontinans olduğu belirlendi. Çalışmada sonda çekildikten sonraki 15. günde yaşa göre inkontinans vakalarının dağılım oranları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulundu. Ancak diğer takip günlerinde (30 ve 90. günler) bu anlamlı farkın kaybolduğu tespit edildi. Yapılan ameliyat tiplerine (açık prostatektomi, transüretral prostat rezeksiyonu) göre inkontinans vakalarının dağılım oranları arasında 3 aylık takip döneminde anlamlı bir fark bulunmadı. Ameliyat öncesi bakılan TSS'nun 3 aylık takip döneminde inkontinans vakalarının dağılım oranlarını farklı etkilemediği saptandı. Q-maks'a göre inkontinans vakalarının dağılım oranları arasında sonda çekildikten sonraki 1. gün ve 15. gün istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu. Ancak 30. ve 90. günlerde istatistiksel olarak anlamlı bir fark olduğu görüldü. Ameliyat öncesi ölçülen RV de 3 aylık takip döneminde inkontinans vakalarının dağılım oranlarını farklı etkilemedi. Ameliyat öncesi ölçülen U-prost'a göre inkontinans vakalarının dağılım oranları arasında 3 aylık takip döneminde istatistiksel olarak anlamlı bir fark olmadığı görüldü. Sonda çekildikten sonraki 1. gün, 15. gün ve 30. günlerde ameliyat öncesi ölçülen U-fonk'a göre inkontinans vakalarının dağılım oranları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark olduğu ancak 90. günde bu anlamlı farkın kaybolduğu tespit edildi.Postprostatektomik inkontinansı belirlemede 15 günlük dönemde yaşın, 30 günlük dönemde U-fonk'un belirleyici faktörler olabileceği, 30. günden 90. güne kadar olan dönemde ise Q-maks'ın bu konuda belirleyici bir faktör olabileceği kanısına varıldı. RV, U-prost ve TSS'nin ise 3 aylık dönemde belirleyici faktörler olamayacağı sonucuna varıldı. Ancak inkontinans gibi komplikasyonlarda uygulanan cerrahinin ve cerrahın becerisinin ön planda olmasının sonucun değerlendirilmesinde göz önüne alınması gerekir.specialization-in-medicine.listelement.badge Van Bölgesi Süt Çocuklarında Respiratuvar Sinsisyal Virüs Prevalansı ve Epidemiyolojik Özellikleri(2003) Akgün, Cihangir; Kırımi, ErcanBu çalışmada Van bölgesinde akut alt solunum yolu enfeksiyonu semptom ve bulguları ile başvuran süt çocuklarında Respiratuvar sinsisyal virus (RSV) enfeksiyonu sıklığı ve epidemiyolojik özelliklerinin araştırılması amaçlandı. Ocak 2001- Mart 2002 tarihleri arasında akut alt solunum yolu enfeksiyonu semptom ve bulguları ile getirilen ve yaşlan 1-12 ay arasında değişen 53 süt çocuğu çalışmaya alındı. Hastaların tümünden nazal yıkantı ile elde edilen örneklerden TESTPACK RSV metodu kullanılarak RSV antijeni araştırıldı. RSV antijen pozitifliği 53 hastanın 23 'ünde (%43,4) saptandı. RSV testi pozitif ve negatif hastaların hastaneye yatış oranlan benzer olmasına rağmen, hastanede kalış süresi RSV pozitif vakalarda anlamlı olarak düşük bulundu (sırasıyla 3,11 ± 1,94 gün ve 6,05 ± 4,27 gün, p=0.011). Antibiyotik kullanma oram RSV pozitif grupta daha düşük olmasına rağmen anlamlı fark elde edilmedi (p>0.05), fakat antibiyotik kullanma süresi anlamlı olarak daha kısa bulundu (p=0,014). Sonuç olarak, ateş, hışıltı, solunum sıkıntısı, öksürük ve burun akıntısı gibi akut solunum semptomlarıyla başvuran süt çocuklarında bölgemizdeki RSV sıklığı %43,4 olarak tespit edilmişken, basit bir yöntem olan RSV TESTPACK' in kullanımı oldukça pratik ve faydalı bulunmuştur. Bu sayede hastaların hastanede kalış süreleri ve gereksiz antibiyotik kullanımı azaltılabilecektir.Anahtar kelimeler: Respiratuvar Sinsisyal Virus, Süt çocuğu.specialization-in-medicine.listelement.badge Deneysel Koroziv Özofagus Yanığında Oksidatif Hasar ve Antioksidan Tedavi(2003) Bakan, Vedat; Demirtaş, İsmailBu çalışmada, ratlarda deneysel koroziv özofagus yanığı oluşturularak, serbest oksijen radikallerindeki değişiklikler, melatonin ve steroid tedavisinin koroziv yanığın akut dönemi olan ilk beş günde serbest oksijen radikalleri üzerine etkileri, 4. haftada ise striktür gelişimi üzerine etkileri araştırıldı. Sprague-Dawley cinsi ratlar sham, kontrol, steroid ve melatonin grupları olmak üzere dört gruba ayrıldı. Gehanno ve Guedon'un tariflediği, Lui ve Ricardson'un modifiye ettikleri standart metod kullanılarak % 20 NaOH ile kontrol grubunda yalnızca koroziv yanık oluşturulurken diğer iki grupta ise koroziv yanık oluşturulduktan sonra, bir gruba deksametazon, diğer gruba ise melatonin verildi. Kontrol, steroid ve melatonin grupları dört alt gruba ayrılarak bir, üç ve beşinci günler yanık özofagial dokularda malondialdehit (MDA) ve total glutatyon miktarları tayin edildi. Yirmi sekizinci gün öldürülen gruplarda ise histopatolojik inceleme yapıldı. Kontrol ve steroid grubunda MDA değerleri, bir ve üçüncü günde sham grubuna göre yüksek iken (p< 0.001), kendi aralarında istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu. Beşinci gün sham, kontrol ve steroid grubunun MDA değerleri arasında anlamlı bir fark yoktu (p> 0.05). Melatonin grubunda MDA değerleri, diğer üç gruba göre birinci (p< 0.01), üçüncü ve beşinci gün (p< 0.001) yüksekti. Kontrol grubunda, birinci gün glutatyon seviyeleri yüksek iken (p< 0.001), diğer üç grup arasında fark istatistiksel olarak anlamlı değildi (p> 0.05). Üçüncü günde, glutatyon değerleri steroid ve melatonin grubunda sham ve kontrol grubuna göre düşüktü (p< 0.01). Beşinci gün, total glutatyon değerleri açısından tüm gruplar arsındaki fark anlamlı değildi (p> 0.05). Histopatolojik incelemelerde gruplar arasında anlamlı fark yoktu. Bu çalışmada, koroziv özofagial yanığın akut nekrotik fazı olan ilk 1-4. günlerinde, doku MDA seviyelerinin yükseldiği gözlendi. Ratlarda % 20 NaOH ile oluşturulan koroziv yanıkta, melatonin (20 mg/kg/gün) prooksidan etki gösterdi. Deksametazonun (1 mg/kg/gün) glutatyonun tüketilmesini artırarak antioksidan sisteme kısmen katkıda bulunduğu gözlendi.specialization-in-medicine.listelement.badge Deneysel Testis Torsiyonuna Eritropoetinin Etkileri(2004) Yılmaz, Engin; Köseoğlu, Y. Burhan2.0ZET : Bu çalışmada, deneysel olarak testis torsiyonu oluşturularak, Eritropoetin (EPO)'in torsiyon ve detorsiyon sonrası testis üzerine etkileri araştınlmıştır. Bu amaçla toplam 25 adet prepubertal Sprague-Dawley cinsi erkek rat 3 guruba ayrılmıştır. 5 adet rat sham grubu olarak, diğer 20 adet rat ise testis torsiyonu ve detorsiyonu yapılarak, kontrol ve EPO grubu olarak ayrılmıştır. 30 gün boyunca kontrol grubundaki 10 rata haftada 3 gün 0.5ml serum fizyolojik ve EPO grubundaki 10 rata ise; 1000 Ü/kg intraperitoneal (İP) yolla EPO verilmiştir. Çalışma sonrası ratlar yüksek doz eter ile sakrifiye edildikten sonra sağ orşiektomi yapılmıştır. Makroskobik olarak testislerin ağırlıkları ölçülmüştür. Histopatolojik olarak ise, seminifer tübüller arasında kalan kapiller damar sayısı ortalamaları, nekrotik seminifer tübül yüzdeleri, Leydig hücre proliferasyonu, Sertoli hücreleri ve spermatogenez matürasyonu değerlendirilmiştir. EPO verilen grupta testis ağırlık ortalamalarının kontrol grubuna göre yüksek olduğu tespit edilmiştir. Histopatolojik olarak ise, EPO grubuna dahil edilen teslislerde kapiller sayısı ortalamasında artış, nekrotik seminifer tübül yüzdelerinde azalma, Leydig hücre proliferasyonu, Sertoli hücre yoğunluğu ve spermatogenez matürasyonunda kontrol grubuna göre artış tespit edilmiştir. Bu bilgiler ışığında, testis torsiyonu sonrası verilecek EPO'nun, testisi iskemi- reperfüzyon hasarından korumada etkili olabileceği ve testis histopatolojisine olumlu etki edeceği kanaatine varılmıştır. Bu çalışma, EPO'nun testis torsiyonu sonrası olası etkilerini tam olarak belirlemek ve atrofik bir tesliste klinikte kullanım yolunu açmak için, denek sayısı daha fazla ve kapsamı daha geniş çalışmalarla desteklenmelidir.specialization-in-medicine.listelement.badge Deneysel Kafa Travması Hasarında Deksametazonun Nitrikoksit ve Beyaz Kan Hücresi Düzeylerine Etkisiyle Nöroprotektivitesinin İncelenmesi(2004) Demir, Özgür; Kıymaz, NejmiÖZET Yapılan çalışmanın amacı kafa travmasında patolojik düzeylerde artarak sekonder seıebral hasar oluşumunda etkili olduğu düşünülen nitrik oksit (NO) ve beyaz kan hücresi (WBC) düzeylerini araştırmak ve kafa travmasında bugün etkinliği halan tartışmalı olan deksametazonun NO ve WBC düzeylerine etkisiyle nöroprotektivitesini deneysel olarak araştırmaktır. Bu amaçla Spruge-Dawley erişkin erkek ratların bir grubuna travma oluşturulmadan (kontrol grubu, n=10), bir başka gruba oluşturulan kafa travması sonrasında 6. ve 24. saatlerde (travma grubu, n=10), bir diğer gruba da oluşturulan kafa travması sonrasında 1. ve 12. saatlerde uygulanan intraperitoneal deksametazon 10 mg/kg terapisi sonrasında 6. ve 24. saatlerde (travma ve deksametazon grubu, n=10) kan NO ve WBC düzeylerine bakıldı. NO düzeyi tayini metabolitleri olan nitrit ve nitratın serum düzeyleri tayini ile yapıldı. Kontrol grubunda serum nitrit düzeyi 3.16 ± 0.23 umol/L, serum nitrat düzeyi 68.03 + 5.41 umol/L ve kan WBC düzeyi 7 ± 0.53 /mm3 olarak tespit edildi. Travma grubunda serum nitrit düzeyleri posttravmatik 6. saatte 5.35 + 0.68 umol/L (p<0.01) ve posttravmatik 24. saatte 5.28 ± 0.41 umol/L (p<0.05) olarak tespit edilirken serum nitrat düzeyleri posttravmatik 6. saatte 98.91 ± 5.09 umol/L (p<0.05) ve posttravmatik 24. saatte 102.8 ± 9.07 umol/L (p<0.05) olarak tespit edildi. Travma ve deksametozon grubunda serum nitrit düzeyleri posttravmatik 6. saatte 5.27 + 0.47 umol/L (p<0.01) ve posttravmatik 24. saatte 6.35 ± 0.18 umol/L (pO.001) olarak tespit edilirken serum nitrat düzeyleri posttravmatik 6. saatte 104.6 ± 9.79 umol/L (p<0.01) ve posttravmatik 24. saatte 115.2 ± 5.59 umol/L (p<0.01) olarak tespit edildi. Travma grubunda WBC kan düzeyleri posttravmatik 6. saatte 11.83 + 1.39 W (p<0.05) ve posttravmatik 24. saatte 13.23 ± 0.62 /mm'1 (p<0.01) olarak tespit edilirken travma ve deksametozon grubunda WBC kan düzeyleri posttravmatik 6. saatte 7.52 ± 0.31 /mm (p<0.05) ve posttravmatik 24. saatte 10.88 ± 1.53 W (p<0.05) olarak bulundu. Oluşturulan kafa travması sonrasında serum NO (nitrit ve nitrat) ve kan WBC düzeylerindeki artış istatistiksel olarak anlamlı bulunurken, kafa travması ile birlikte deksametazon terapisi uygulanan ratların serum NO ve WBC düzeylerinde istatistiksel olarak anlamlı bir artış saptanırken, travma grubuna göre azalma saptanmadı. Yapılan çalışmada hem antiödem - antienflamatuar etkisinin hem de membran stablizasyonu ile salınım engelleyici etkisi olduğu bilinen deksametozonun, NO ve WBC üzerine belirgin birinhibisyon oluşturmadığı görülmüştür. Kafa travmasında kullanımı tartışılan deksametozon kata travması sonrası oluşan sekonder serebral hasarı önlemede NO ve WBC üzerinden etkisiz bulunmuştur.specialization-in-medicine.listelement.badge Kronik Sinüzitli Hastalarda Fonksiyonel Endoskopik Sinüs Cerrahisi Sonuçlarını Etkileyen Faktörler: Klinik, Radyolojik ve Sitopatolojik Çalışma(2004) Kaya, Zülküf; Kutluhan, Ahmet2. ÖZET Fonksiyonel endoskopik sinüs cerrahisi (FESC) uygulanan kronik rinosinüzitli hasta grubunda hem preoperatif hem de postoperatif klinik, radyolojik ve sitopatolojik bulgular karşılaştırılarak FESC de başarıyı etkileyen faktörleri ortaya koymayı amaçladık. Nazal polipozisi ve allerjisi olmayan kronik sinüzitli 40 erişkin hasta çalışmaya alındı. Hastaların demografik özellikleri, major ve minör sinüzit semptomları, sinüzit süreleri, koronal kesitli bilgisayarlı tomografilerinin Land-Mackay ve Gliklich-Metson evreleme skorları, nazal smear skorları, operasyon materyallerinin (unsinat çıkıntı, etmoidal infundibulum, etmoid hücreler, frontal reses) histopatolojik inflamasyon skorlan ve postoperatif bir yıllık dönemde antibiyotik kullanım sayılan kaydedildi. Postoperatif birinci yıl sonunda preoperatif sinüzit semptomları tamamen düzelen hastalar semptomsuz; semptomlarından en az biri bile devam eden veya daha da kötüleşme olanlar ise semptomatik olanlar olarak iki gruba ayrıldılar. Kırk hastanın 34'ü operasyondan bir yıl sonra semptomsuz, 6 hasta ise semptomatikti. Semptomlu ve semptomsuz hastalar arasında yaş, preoperatif semptom Land-Mackay bilgisayarlı tomografi evreleme, nazal smear ve operasyon materyallerinin inflamasyon skorlarına göre gruplar arasında anlamlı istatistiksel farklar tespit edilmezken; cinsiyet ve sinüzit süreleri bakımından anlamlı istatistiksel fark bulundu. Postoperatif antibiyotik kullanımı açısından da gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark tespit edildi. Allerjisi ve nazal polipozisi olmayan kronik sinüzitli hastaların tedavisinde FESC etkin bir yöntemdir. Bu çalışmada 'yaş, cinsiyet, semptom, nazal smear, radyolojik evreleme ve inflamasyon skorları, FESC sonuçlarını etkileyen prognostik faktörler olaraktespit edilmedi. Bununla birlikte sinüzitin süresi ve operasyondan sonra kullanılan antibiyotik sayısı FESC sonuçlarını etkileyen prognostik faktörler olarak bulundu.specialization-in-medicine.listelement.badge Kronik Böbrek Yetmezliğinde Çölyak Hastalığı Prevalansı ve Çölyak Hastalığı Saptanan Olgularda Çölyak Hastalığının Beslenme Parametreleri, Anemi ve Sekonder Hiperparatiroidi Üzerine Etkisi(2004) Şahin, İdris; Erkoç, RehaÖZET: Çölyak sprue veya ÇH'ı, buğday, arpa, çavdarda gibi tahıllarda bulunan gluten proteinin alımını takiben ince barsak mukozasındaki inflamatuvar hasar sonucu gelişen malabsorbsiyonla karakterize bir tablodur. ÇH'ı geniş klinik semptomatolöjiye sahiptir. Başta gastrointestinal sistem olmak üzere diğer tüm sistemleri etkileyebilmektedir. Anemi (demir, folik asit, B12 vitamini), malabsorbsiyon, osteomalasi, osteoporoz, sekonder hiperparatiroidiye, tekrarlayan düşükler, büyüme gelişme geriliği, infertilite, gibi birçok klinik tabloya neden olabilmektedir. KBY, geri dönüşümsüz nefron kaybı sonucu tüm organ ve sistemleri etkileyen bir sendromdur. KBY' de de gastrointestinal sistem etkilenebilmektedir. Ayrıca sekonder hiperparatiroidi, malnutrisyon, anemi (eritropoetin, demir, folik asit, B12 vitamin eksikliklerine bağlı) görülebilmektedir. Öte yandan KBY' ye neden olan bazı glomerulopatilerde ve tip 1 diyabette artmış oranda ÇH'ı bklikteliğinin bildirilmesi, ÇH'ı ve KBY'de benzer semptomların görülmesi üzerine KBY hastalarında ÇH'ı sıklığını araştırmayı amaçladık. Ayrıca ÇH'ı saptanan olgularda ÇH'ımn sekonder hiperparatiroidi, anemi, beslenme parametreleri (dbümin, kolesterol, vb..) üzerine etkilerini incelemeyi araştırmayı amaçladık. Bu çalışma Yüzüncü Yıl üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Nefroloji Kliniğinde gerçekleştirildi. Çalışmaya Van ve çevre illerde HD'e giren, SAPD tedavisi gören ve prediyaliz evrede izlenen KBYTi hastalar dahil edildi. Ayrıca 81 sağlıklı kontrol olgusu dahil edildi. KBY tanısı anmanez, fizik muayene ve laboratuvar testleri ile konuldu. Serum kreatinin değeri 2.0 mg/dl'nin altında olan olgular çalışma dışı bırakıldı. ÇH tanısı EMA antikor pozitifliği ile konuldu. EMA pozitif saptana olgulara üst gastrointestinal sistem endoskopisi ve endoskopik biyopsisi yapıldı. İnce barsak biyopsisinde alman materyal hematoksilen-eozin ile boyandı. Çalışmamıza 116'sı kadın 135'i erkek toplam 251 KBY olgusu ve 31'ikadın; 50'si erkek toplam 81 sağlıklı kontrol olgusu dahil edildi. KBY'li olgularımızın 122'si HD'e girmekte; 56 olgu SAPD tedavisi görmekte iken geri kalan 73 olgu ise prediyaliz dönemde takip edilmekteydi. Hiçbir sağlıklı kontrol olgusunda EMA pozitifliğine rastlanmazken; KBY'li olgularımızın altısında EMA pozitif saptandı. KBY'de ÇH'ı prevalansı %2.39 olarak bulundu. Her iki grup arasındaki fark istatistiksel olarak ileri derecede anlamlı idi (pO.0001). EMA pozitif saptanan 'olguların tümü kadındı. Cinsiyetlerine göre değerlendirildiğinde EMA pozitifliği kadınlarda erkeklere göre istatistiksel olarak anlamlı derecede artmıştı (p=0.007). KBY'li olgularımızın yaş ortalaması 46.4 ± 16.1, kontrol grubunun 45.4 + 14.4, ve EMA pozitif saptanan olguların ise 41.0±1 1.9 yıl idi. Her üç grubun yaş ortalamaları arasında anlamlı fark saptanmadı. EMA pozitifliği tespit edilen KBY'li olguların tümünde endoskopik muayene ve ince barsak biyopsi sonuçlan ÇH'ı ile uyumlu geldi. EMA pozitif saptanan olguların tümünde belirgin 47gastrointestinal sistem yakınmaları mevcuttu. ÇH'ı saptanan ve saptanmayan olguların albumin, kolesterol, karaciğer fonksiyon testleri, PTH, Ca, P, hemoglobin düzeyleri arasında farklılık vardı ancak istatistiksel olarak fark anlamlı değildi. Sonuç olarak; KBY'si olan hastalarda ÇH'ı sıklığı sağlıklı populasyona göre anlamlı derecede artmıştır. ÇH'ı kadınlarda daha belirgin görülmektedir. Bu nedenle KBY tanısı konulan, özellikle beslenme bozukluğu ve sekonder hiperparatiroidi uyumlu bulguları olan hastalarda tarama testi olarak EMA bakılmalıdır. Ayrıca, ÇH'ı saptanan KBY'li olgularda ÇH'mda görülebilen diğer komplikasyonlann eşlik edebileceği için daha ayrıntılı olarak değerlendirilmeleri gereklidir. 48