Tıpta Uzmanlık Tezleri

Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/20.500.14720/13

Browse

Recent Submissions

Now showing 1 - 20 of 767
  • Specialist Thesis
    Miyokard İnfarktüsü Geçiren Hastalarda Koroner Anjiyografi Öncesi ve Sonrası QT Değişimi
    (2025) Işık, Sinan; Tan, Gizem Gizli
    EKG, göğüs ağrısıyla başvuran hastaların acil serviste değerlendirilmesinde hızlı, düşük maliyetli, kolay erişilebilir ve tekrarlanabilir bir tanı yöntemidir. Bu çalışmanın amacı, MI tanısı alan hastalarda, acil serviste çekilen EKG'lerde gözlenen QTc aralığı uzaması, ST segment depresyonu, T dalga negatiflikleri ve elektriksel aks değişikliklerinin, hastaların klinik seyri ve koroner anjiyografi sonuçlarıyla ilişkisini araştırmaktır. Ayrıca bu değişikliklerin uygulanan tedavi yöntemleri (medikal tedavi veya perkütan koroner girişim) ile olan ilişkisi değerlendirilmiştir. Yöntem: Bu araştırmaya, 20/05/2024–20/05/2025 tarihleri arasında Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Tıp Anabilim Dalı, Acil Servis Polikliniğinde miyokard infarktüsü tanısı alan ve takibi yapılan, yaşları 18-100 yaş arasındaki hastalar dahil edildi. Hastaların yaş, cinsiyet, tanı bilgileri, kullanılan ilaçları ve EKG bulguları; hemşire gözlem formları, hasta dosyaları ve hastane veri kayıt sisteminden elde edilerek değerlendirildi. Tüm hastaların acil servise başvuru sırasında çekilen ilk ve ikinci EKG'leri ile PCI sonrasında elde edilen EKG'ler incelendi. QTc süresi, kalp elektriksel aksı, ST segment depresyonu ve T dalgası negatiflikleri ölçüldü. PCI öncesi ve sonrası veriler karşılaştırılarak QTc değişimi, aks kaymaları, ST segment değişiklikleri ve T dalga negatiflikleri arasındaki farklılıklar analiz edildi. Bulgular: Çalışmaya 109 hasta dahil edildi. Hastaların %69,7 'si (n= 76) erkek, %30,3 'ü (n=33) kadındı. Hastaların yaş ortalaması 62±10,68 olarak hesaplandı. Hastaların çekilen EKG'lerinde PCI sonrasına göre QTc'de uzama vardı ve çalışmamızda tanı sırasındaki QTc ile PCI sonrası QTc arasında anlamlı farklılık vardı. T dalga negatifliğinde de anlamlı farklılık saptanmasına rağmen ST depresyonunda anlamlı farklılık saptanmadı. Hastaların %40,4'ünün aksı sola doğru sapmıştı ve hastaların %52,3'ünün ise sağa doğru saptığı tespit edildi. Hastaların PCI sonrasına göre aks değişimi anlamlı idi. LMCA, LAD veya Cx lezyonlarında aksın genellikle sola; RCA veya eşlik eden damar tutulumu olan olgularda ise sağa deviye olduğu gözlemlendi. Ancak tedavi yöntemi ile aks değişikliği arasında anlamlı bir fark saptanmadı. Tedavi yöntemine göre QTc karşılaştırıldığında, medikal tedavi grubunda anlamlı değişim saptanmazken, anjiyo uygulanan hastalarda QTc değerlerinde düşüş gözlemlennmiş ancak anlamlı bulunmamıştır (p=0,086). Post anjiyo T negatifliği ile tedavi yöntemi karşılaştırıldığında anlamlı bir fark elde edilmiştir. Tedavi türlerine göre en sık PCI uygulanan damar RCA (%26,6), ardından Cx (%23,9) ve LAD (%22,9) olmuştur. Hastaların %20,2'sine ciddi damar tıkanıklığı saptanmadığından medikal tedavi uygulanmıştır. Sonuç: Bu çalışmada hastaların tanı sırasındaki QTc ile PCI sonrası QTc arasında anlamlı farklılık olduğu tespit edilmiştir. Damar tıkanıklığı tespit edilen hastalarda, tıkanıklık saptanmayan ve anjiyografi sonrası medikal tedavi verilen hastalara kıyasla QTc aralığında uzama gözlemlenmiştir. Ayrıca, kalbin aksı işlem yapılan damar RCA ise sağa doğru kaydığı LAD ve/veya CX ise aksın sola doğru deviye olduğu saptanmış. T dalga negatifliği, QTc aralığı ve elektriksel aks takibi, hastalarda hem tedavi yanıtının değerlendirilmesinde hem de prognozun öngörülmesinde önemli bilgiler sunabilir. Özellikle yaşlı, diyabetik ya da atipik semptomlarla başvuran hastalarda bu EKG parametreleri, erken karar alma ve hızlı yönlendirme süreçlerinde destekleyici bir araç olarak kullanılabilir. Acil serviste hasta sirkülasyonunun hızlandırılması, koroner yoğun bakıma yatış ve anjiyografi ünitesine ulaşım süresinin kısaltılması büyük önem taşımaktadır. Kalp krizi, kompleks ve dinamik bir süreç olduğundan, erken reperfüzyon sağlayacak girişimlerin uygulanabilmesi için PCI adaylarının zamanında belirlenmesi gereklidir. Bu nedenle, invaziv olmayan tanı yöntemlerinin daha yaygın ve etkin bir şekilde kullanımı teşvik edilmelidir.
  • Specialist Thesis
    Diyabetik Hastalarda Koroner Arter Hastalığı Şiddeti ile Plazma Aterojenite İndeksinin İlişkisi
    (2025) Günarslan, Şahin; Babat, Naci
    Giriş ve Amaç: Koroner arter hastalığı (KAH), Tip 2 diyabet mellitus (T2DM) hastalarında daha erken yaşta ortaya çıkan ve daha ağır seyreden, önemli bir kardiyovasküler hastalıktır. T2DM'ye eşlik eden dislipidemi, ateroskleroz sürecini hızlandırmakta ve KAH'nın şiddetini artırmaktadır. Aterojenite İndeksi (AIP), trigliserid ile HDL kolesterol oranına dayalı, kolay hesaplanabilen bir parametre olarak, aterosklerotik yükü yansıtma potansiyeline sahiptir. Bu çalışma, T2DM hastalarında AIP düzeylerinin koroner arter hastalığı şiddeti ile ilişkisini değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Yöntem: Bu retrospektif vaka-kontrol çalışması, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Dursun Odabaş Tıp Merkezi'nde 2023–2024 yılları arasında gerçekleştirilmiştir. Çalışmaya T2DM tanılı 100 hasta ile benzer yaş ve cinsiyetteki 100 kontrol birey dahil edilmiştir. Katılımcıların biyokimyasal parametreleri (HbA1c, CRP, TG, HDL, LDL), ekokardiyografi ve koroner anjiyografi bulguları retrospektif olarak incelenmiştir. AIP değerleri log(TG/HDL) formülü ile hesaplanmış, istatistiksel analizler SPSS 27.0 programı ile yapılmıştır. Bulgular: Vaka grubunda HbA1c ve CRP düzeyleri, kontrol grubuna göre anlamlı şekilde yüksek bulunmuştur (p<0.05). Ancak LDL, TG ve HDL düzeyleri ile AIP değerleri açısından gruplar arasında anlamlı fark saptanmamıştır (p>0.05). Ayrıca, vaka grubundaki hastaların SYNTAX skorları anlamlı düzeyde daha yüksek bulunmuştur (p<0.05); bu durum, KAH şiddetinin T2DM ile ilişkili olabileceğini göstermektedir. Sonuç: T2DM hastalarında HbA1c ve CRP düzeyleri, KAH riskinin belirlenmesinde değerli biyobelirteçler olarak öne çıkmaktadır. AIP, LDL, TG ve HDL düzeyleri ise KAH şiddetiyle istatistiksel olarak anlamlı ilişki göstermemiştir. AIP'nin tek başına yeterli bir öngördürücü olmadığı, ancak diğer parametrelerle birlikte kullanıldığında faydalı olabileceği düşünülmektedir. Bulguların desteklenmesi için daha büyük örneklemli ileri çalışmalar önerilmektedir.
  • Specialist Thesis
    Anemi Olan Çocuklarda Optik Koherans Tomografi ile Göz Bulgularının Değerlendirilmesi
    (2025) Mukba, Murat; Erseçkin, Adnan
    Anemi Olan Çocuklarda Optik Koherans Tomografi ile Göz Bulgularının Değerlendirilmesi, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Tıpta Uzmanlık Tezi, Van, 2025. Bu çalıĢma, 4-18 yaĢ arası çocuklarda demir eksikliği anemisi (DEA), B12 vitamini eksikliği anemisi ve her iki eksikliğin birlikte görüldüğü olgularda, hematolojik ve biyokimyasal parametreler ile optik koherens tomografi (OCT) kullanılarak değerlendirilen retinal yapısal değiĢiklikleri incelemeyi ve tedavi öncesi-sonrası değiĢimleri karĢılaĢtırarak, anemiye bağlı göz bulgularının takibini amaçlamaktadır. ÇalıĢmaya 2023 yılında Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı'nda takip edilen toplam 80 birey dahil edilmiĢtir. Hastalar, demir eksikliği anemisi (n=35) ve B12 vitamini eksikliği ve demir eksikliği anemisi (mikt tip anemi) (n=19) olarak iki gruba ayrılmıĢtır. Sağlıklı kontrol grubu olarak 26 kiĢi çalıĢmaya dahil edilmiĢtir. Tüm bireylerde tedavi öncesi ve tedavi sonrası birinci ayda; hemoglobin (Hb), hematokrit (Htc), ortalama eritrosit hacmi (MCV), serum demir, ferritin ve total demir bağlama kapasitesi (TDBK) gibi parametreler değerlendirilmiĢtir. Retinal sinir lifi tabakası (RNFL) kalınlığı, subfoveal koroid kalınlığı ve makula kalınlığı gibi OCT parametreleri ölçülmüĢ ve tedavi öncesi ile sonrası karĢılaĢtırılmıĢtır. Tedavi öncesinde demir eksikliği grubunda Hb, Htc, MCV, ferritin ve serum demir düzeyleri anlamlı derecede düĢük, TDBK ise yüksek saptanmıĢtır (p<0,001). Tedavi sonrası tüm hematolojik parametrelerde istatistiksel olarak anlamlı iyileĢmeler kaydedilmiĢtir (p<0,001). OCT değerlendirmesinde, tedavi öncesi anemi gruplarında sağlıklı kontrollerle karĢılaĢtırıldığında, global RNFL, superior RNFL ve temporal RNFL kalınlıklarında anlamlı azalma olduğu belirlenmiĢtir (p<0,05). Subfoveal koroid kalınlığı da anemili çocuklarda kontrollerden belirgin Ģekilde daha ince bulunmuĢtur (p<0,001). Tedavi sonrası, RNFL kalınlıkları ve subfoveal koroid kalınlığı anlamlı artıĢ göstermiĢtir (p<0,05). Makula kalınlıklarında ise tedavi öncesi ve sonrası arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmamıĢtır (p>0,05). Tedavi öncesi RNFL ve koroid kalınlıklarının hematolojik parametrelerle pozitif korelasyon gösterdiği saptanmıĢtır. Hemoglobin ve ferritin düzeylerindeki artıĢ ile RNFL kalınlıklarında paralel iyileĢme gözlenmiĢtir. Bu çalıĢma, çocukluk çağındaki demir ve B12 vitamini eksikliklerinin, hematolojik etkilerinin yanı sıra retinal yapısal değiĢikliklere de yol açtığını ve bu değiĢikliklerin OCT ile güvenilir bir Ģekilde izlenebileceğini göstermiĢtir. Tedavi sonrası retinal parametrelerdeki vi iyileĢmeler, OCT'nin anemiye bağlı göz bulgularının değerlendirilmesi ve tedaviye yanıtın izlenmesi açısından önemli bir araç olduğunu desteklemektedir. Anemili çocuklarda rutin oftalmolojik taramanın göz sağlığının korunmasında önemli katkılar sağlayabileceği düĢünülmektedir. Anahtar Kelimeler: B12 Eksikliği Anemisi, Demir Eksikliği Anemisi, Koroid Kalınlığı, Optik Koherens Tomografi, Retinal Sinir Lifi Tabakası.
  • Specialist Thesis
    Spontan Subaraknoid Kanamalı Hastalarda Serum Adropin Düzeyinin Prediktif Değerinin İncelenmesi
    (2025) Tutan, Onur; Arslan, Mehmet; Akyol, Mehmet Edip
    Subaraknoid kanama kanın subaraknoid mesafeye dağıldığı patolojik bir tablodur ve orta- ileri yaş grubunda çok önemli morbidite ve mortalite nedenlerinden biridir. Beyin ,vücuttaki adropin dağılımının yüksek olduğu organdır. Beyinde adropinin, beyin atrofisinde, bilişsel işlevlerde, akut iskemik SVO'larda ve bazı nörolojik hastalıklara karşı potansiyel bir koruyucu role sahip olduğu gösterilmiştir. Adropin, nitrit oksit sentaz salınımını arttırarak, nörobilişsel patolojileri, oksidatif stresi ve apoptotik hücre ölümünü azaltmaktadır. Adropin endotel hücrelerin işlevi üzerinde doğrudan bir etkiye sahip olmaktadır. Kan beyin bariyeri üzerinde, iskemiye maruz bırakılan sıçanlarda beyin endotel hücrelerinde ve aynı şekilde intraserebral kanama oluşturulan farelerde adropinin koruyucu etkileri olduğu gösterilmektedir. 55 hasta, 30 sağlıklı kişiden aldığımız kanların serum kısmından ELİSA yöntemi ile adropin düzeylerine baktık. Yaptığımız bu çalışmada spontan subaraknoid kanamanın serum adropin düzeylerini nasıl değiştirdiğini araştırdık. Çalışmamız sonucunda spontan subaraknoid kanama sonrası serumda adropin titresinin yükseldiğini gördük. Ancak kontrol grubu ile karşılaştırıldığında anlamlı bir fark bulamadık.
  • Specialist Thesis
    İdiopatik İntrakraniyal Hipertansiyon Tanılı Kadın Hastalarda Beyin Omurilik Sıvısı Basınç Seviyeleri ile Periferik Kan ve Bos Androjen Düzeyleri Arasındaki İlişkinin Değerlendirilmesi
    (2025) Sarı, Arif; Milanlıoğlu, Aysel
    Amaç İdiopatik intrakraniyal hipertansiyon (İİH), belirgin bir neden olmaksızın artmış intrakraniyal basınç ile karakterize edilen bir hastalıktır ve genellikle baş ağrısı, görme bozuklukları ve papil ödem gibi semptomlarla kendini gösterir. Kadınlarda erkeklere kıyasla daha sık görülmekte olup özellikle obezite, hormonal değişiklikler ve doğurganlık çağında olmak gibi faktörler hastalığın gelişiminde önemli rol oynamaktadır. Son yıllarda, androjenlerin İİH patogenezinde rol oynayabileceği öne sürülmüştür. Özellikle testosteronun BOS üretimi ve intrakraniyal basınç üzerindeki etkileri üzerine yapılan çalışmalar, bu hormonun İİH ile ilişkili olabileceğini göstermektedir. Bu bağlamda çalışmamızda, İİH tanısı almış 52 kadın hastanın BOS açılış basınç seviyeleri ile plazma ve BOS androjen düzeyleri arasındaki ilişki incelenmiştir. Çalışmanın temel amacı, İİH tanısı almış kadın hastalarda BOS basınç seviyeleri ile periferik kan ve BOS androjen düzeyleri arasındaki ilişkiyi değerlendirmektir. Yöntem Çalışmamız prospektif olarak planlanmış ve 15.01.2024- 15.07.2024 tarihleri arasında Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Dursun Odabaş Tıp Merkezi'nde yürütülmüştür. Araştırmaya, 15-45 yaş aralığında olan ve İİH tanısı almış toplam 52 kadın hasta dahil edilmiştir. Ek nörolojik veya sistemik hastalık öyküsü bulunanlar, 15 yaş altı ve 45 yaş üstü bireyler ile erkek hastalar çalışma dışı bırakılmıştır. Hastalardan alınan BOS ve kan örneklerinde testosteron ve DHEA-S düzeyleri Kemiluminesans Mikropartikül İmmünolojik Yöntemi (CMIA) kullanılarak ölçülmüştür. BOS açılış basınç seviyeleri ile hormon düzeyleri arasındaki ilişki incelenmiştir. Elde edilen veriler istatistiksel analiz yöntemleriyle değerlendirilmiş ve SPSS 27.0 istatistik programı kullanılarak korelasyon ve grup karşılaştırmaları yapılmıştır. Bulgular İstatistiksel analiz sonuçlarına göre, BOS açılış basıncı ≥ 40 cmH₂O olan hastaların plazma testosteron, BOS testosteron ve plazma DHEA-S seviyelerinin anlamlı şekilde yüksek olduğu belirlenmiştir (p <0.05). Ayrıca, BOS açılış basıncı ile vücut kitle indeksi (BMI) arasında pozitif bir korelasyon gözlenmiştir. ROC analizi sonuçlarına göre, DHEA-S (P) 295 ng/dL cut-off değeri kullanılarak BOS basıncı ≥ 40 cmH₂O olan hastaların %92,6 duyarlılıkla doğru şekilde sınıflandırılabileceği belirlenmiştir. Testosteron (P) için 3.45 nmol/L cut-off değeri de benzer şekilde BOS basıncı yüksek hastaları ayırmada anlamlı bulunmuştur. Sonuç Bu çalışma, İİH patogenezinde androjenlerin olası rolünü destekleyen bulgular sunmaktadır. Testosteron ve DHEA-S seviyelerinin BOS basıncı ile ilişkili olması, hormonal dengenin intrakraniyal basınç düzenlemesinde etkili olabileceğini göstermektedir. Özellikle yüksek BOS basıncı olan hastalarda periferik ve BOS testosteron seviyelerinin artış göstermesi, testosteronun BOS dinamiklerini etkileyebileceğine işaret etmektedir. Bulgular, obezitenin de İİH gelişiminde önemli bir faktör olabileceğini desteklemektedir. BMI ile BOS basıncı arasında pozitif bir korelasyon tespit edilmesi, aşırı kilo alımının intrakraniyal basıncı artırabileceğini göstermektedir. Bu durum, İİH hastalarında kilo kontrolünün hastalığın yönetiminde önemli bir strateji olabileceğini düşündürmektedir. Çalışmamızda ayrıca plazma DHEAS ve plazma testosteron seviyelerinin BOS açılış basıncını ön görmede kullanılabilecek parametreler olup olmadığını araştırdık. Elde ettiğimiz sonuçlar plazma DHEAS 295 ng/dL ve plazma testosteron 3.45 nmol/L'nin üzerinde olduğu seviyelerde BOS açılış basıncının da 40 cmH₂O ve üzerinde olabileceğini göstermiştir. Bu çalışma, İİH'nin hormonal ve metabolik mekanizmalarının daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayarak yeni tedavi yaklaşımlarının geliştirilmesine yardımcı olabilir. Özellikle hormonal dengenin modüle edilmesine yönelik tedavilerin, hastalığın seyrini olumlu yönde etkileyebileceği düşünülmektedir.
  • Specialist Thesis
    Obstrüktif Uyku Apne Sendromu (OSAS)'nda Hangi Hastalar BPAP(Bilevel Pozitif Hava Yolu Basıncı) Tedavisi için Adaydır?
    (2025) Demirtaş, Ersin Erdem; Sünnetçioğlu, Aysel
    Amaç: CPAP, OSAS'ın tedavisi için standart tedavi olarak önerilmektedir. CPAP tedavisinde başarısız olanlar öncelikli BPAP olmak üzere alternatif non invaziv pozitif basınçlı ventilasyon yöntemlerinden faydalanabilirler. Bu çalışmada amacımız OSAS'ta CPAP başarısızlığı ve BPAP tedavisi gereksinimini öngörebilecek hasta özellikleri ve polisomnografi parametrelerini belirlemektir. Gereç ve Yöntem: Çalışmamızda, 01.01.2013-01.07.2024 tarihleri arasında Van YYÜ Dursun Odabaş Tıp Merkezi Polisomnografi Ünitesi'nde OSAS saptanan CPAP titrasyonuna alınan CPAP titrasyonunda başarı sağlanan hastalar ile CPAP titrasyonunda başarısız olup BPAP titrasyonuna yanıt veren hastalara ait veriler retrospektif olarak hasta dosyalarından elde edilmiş ve bu veriler SPSS 25.0 programında istatistiksel olarak analiz edilmiştir. Bulgular: Çalışmadan elde edilen sonuçlara göre; eşlik eden ek hastalıklardan; Kalp Yetmezliği, KOAH, Ateroskleroz, Hiperlipidemi, Hipertansiyon, Diyabetes Mellitus, Parkinson ve Cushing Sendromu BPAP grubunda daha fazlaydı. BPAP grubu olguların VKİ (vücut kitle indeksi) değeri (35,88±7,08) CPAP grubu olgulara kıyasla (30,47±6,27) istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha yüksekti (p<0,001). Gruplar ilk gece polisomnografi verileri açısından karşılaştırıldığında BPAP grubunda CPAP grubuna göre Total AHİ değeri (sırasıyla 55,41±28,76 ve 31,39±21,35 p<0,001) ve Non-REM AHİ değeri (sırasıyla 56,28±29,54 ve 32,33±22,21 p<0,001) istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha yüksek saptandı. Ek olarak BPAP grubunda CPAP grubuna kıyasla oksijen desatürasyon indeksi değeri (sırasıyla 52,27±30,03 ve 29,81±23,96 p<0,001) ve SPO2 90 'ın altında geçen uyku süresi yüzdesi değeri (sırasıyla 64,92±34,49 ve 39,49±34,09 p<0,001) istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha yüksek saptandı. Ayrıca BPAP grubunda CPAP grubuna göre gece boyu ortalama SPO2 değeri (sırasıyla 84,11±8,67 ve 89,43±3,40 p<0,001) ve gece boyu en düşük SPO2 değeri (sırasıyla 67,62±12,49 ve 77,53±8,95 p<0,001) istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha düşük saptandı. OSAS hastalarında BPAP tedavisi gereksinimini öngörmede etkili olabilecek bağımsız değişkenlerin tespiti için yapılan lojistik regresyon analizinde, VKİ (OR:1,114 , %95 GA:1,024–1,213 , p=0,012) ve SPO2 90 'ın altında geçen uyku süresi yüzdesi (OR:1,021 , %95 GA:1,008 – 1,035 , p=0,002) istatistiksel olarak anlamlı bağımsız değişkenler olarak tespit edildi. Sonuç: Çalışmamızda BPAP grubunda CPAP grubuna kıyasla eşlik eden ek hastalıkların daha fazla olduğu, VKİ, Total AHİ, Non-REM AHİ, oksijen desatürasyon indeksi ve SPO2 90 'ın altında geçen uyku süresi yüzdesi değerlerinin daha yüksek olduğu, gece boyu ortalama SPO2 ve gece boyu en düşük SPO2 değerlerinin ise daha düşük olduğu bulundu. VKİ ve SPO2 90 'ın altında geçen uyku süresi yüzdesi BPAP tedavisi gereksinimini öngörmede bağımsız değişkenler olarak tespit edildi. VKİ ve SPO2 90 'ın altında geçen uyku süresi yüzdesi başta olmak üzere söz konusu parametrelerin CPAP başarısızlığı ve BPAP tedavisi gereksinimini öngörebilecek faktörler olabileceği düşünülmekle birlikte önümüzdeki zamanlarda geniş örneklem sayısına sahip, prospektif, çok merkezli çalışmalara ihtiyaç vardır.
  • Specialist Thesis
    Verrü Plana Tanılı Olgularda Topikal A Vitamini Türevleri ve Plazma Enerjisi Tedavilerinin Etkinliklerinin Karşılaştırılması
    (2025) Girti, Seda Aydın; Özkol, Hatice Uce
    Verrüler, HPV (human papilloma virüs) farklı tipleriyle farklı klinik görünümlerde oluşabilen, mukozalar ve deriyi tutan benign lezyonlardır. Verrünün bir klinik alt tipi olan verrü plana, daha sık olarak yüz nadiren ekstremiteler ve gövde tutulumu gösterebilmektedir. Birçok tedavi yöntemi mevcuttur. Topikal A vitamini türevleri ve plazma enerjisi de bu tedavi yöntemlerinden ikisidir. Materyal/Metod: Çalışmamıza Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Hastanesi Dermatoloji Anabilim Dalına başvuran klinik ve dermoskopik olarak, gerekli durumlarda da biyopsi yardımıyla verrü plana tanısı alan 60 hasta dahil edilmiştir. 30 hastaya topikal A vitamini türevi tedavisi ve 30 hastaya da plazma enerjisi tedavisi yöntemi uygulanmış kendi içinde ve birbirleriyle karşılaştırmalı etkinlikleri incelenmiştir. Bulgular: Çalışmamıza toplam 60 hasta 33 kadın (%55), 27 erkek (%45); 18 yaş altı 26 (%43,3), 18 ve üstü yaşta 34 (%56,7) hasta katılmıştı. 30 hastaya uygulanan topikal A vitamini tedavisi sonrası 3. aya kadar toplam tam yanıt gösteren 18 hasta (%60) olurken, plazma enerjisi uygulanan hastalardan 3. aydan sonraki kontrole kadar toplam 23 hasta (%76,6) tam yanıt göstermiştir. Kalan hastalar kısmi yanıt olarak değerlendirilmiştir. İki tedavi etkinliği karşılaştırıldığı zaman ise 3. ayda plazma enerjisi tedavisinin etkinliğinin fazla olduğu istatistiksel olarak gösterilmiştir. Sonuç: Verrü plana epidemiyolojik faktörlerinin ve tedavilerinin karşılaştırıldığı bu çalışmada, epidemiyolojik faktörlerin çoğunluğunun literatürdeki bilgilerle uyumlu olduğunu, topikal A vitamini türevleri içinde ve plazma enerjisi tedavisinde yapılan çalışmalarla kıyaslandığında etkin olduğunu ve daha önce çalışmalarda olmayan bu iki tedavi yönteminin karşılaştırılmasında 3. aya kadar benzer etkinlikte olduğunu ve 3. ayda plazma enerjisi tedavisinin etkinlik açısından üstünlük gösterdiğini değerlendirdik.
  • Specialist Thesis
    Gut Hastalarında Ürat Düşürücü Tedavinin Kemik Mineral Yoğunluğu Üzerindeki Etkisi
    (2025) Artan, Yusuf; Ediz, Levent
    Giriş ve Amaç: Gut hastalığı, hiperürisemi sonucunda oluşan monosodyum ürat (MSU) kristallerinin eklem ve çevre dokularda birikmesiyle karakterize, akut inflamatuar ataklarla seyreden ve özellikle orta ileri yaş erkekler ile postmenopozal kadınlarda yaygın olarak gözlenen kronik bir metabolik hastalıktır. Hiperürisemi, gut hastalığının temel patofizyolojik bileşeni olup, serum ürik asit (SUA) düzeylerindeki artış, hastalığın hem gelişiminde hem de şiddetinin belirlenmesinde önemli rol oynamaktadır. Literatürde SUA düzeyleri ile kemik mineral yoğunluğu (KMY) arasındaki ilişkiyi inceleyen çalışmalarda çelişkili bulgulara rastlanmaktadır. Bazı araştırmalar, SUA'nın kemik rezorpsiyonunu inhibe ettiği ve osteoblast aktivitesini desteklediği yönündeki bulgularla KMY'yi artırabileceğini ve osteoporoz riskini azaltabileceğini öne sürerken; diğer çalışmalar ise yüksek SUA düzeylerinin inflamatuar süreçleri ve oksidatif stresi tetikleyerek kemik dokusunda olumsuz etkilere neden olabileceğini bildirmektedir. Ürat düşürücü tedaviler (UDT), gut hastalığında SUA düzeyini azaltmak amacıyla sıklıkla kullanılmakta olup, bu tedavilerin KMY üzerindeki etkisini doğrudan inceleyen araştırmalar ise sınırlıdır. Bu çalışmanın amacı, gut hastalarında kullanılan UDT'nin ürik asit düzeylerini düşürmesinin KMY üzerindeki etkisini değerlendirmektir. Materyal ve Metod: Bu araştırma prospektif bir çalışma olup Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Anabilim Dalı, Romatoloji Polikliniğinde Mayıs 2024 - Mayıs 2025 tarihlerinde yaşları 30-85 arasında olan ve 2015 ACR/EULAR kriterlerine göre gut tanısı almış 60 hasta dahil edilmiştir. Hastalar, UDT alan (n=30) ve almayan (n=30) olmak üzere iki gruba ayrılmıştır. Her iki grup için tedavi başlangıcında ve 12.ay sonunda serum ürik asit düzeyleri ve kemik mineral yoğunluğu (L1 L4 lomber vertebra ve femur boyun T-skorları) ölçülmüştür. İstatistiksel analizlerde normal dağılıma uygunluk testleri, bağımsız ve eşleştirilmiş örneklem t-testi, Mann-Whitney U testi, Wilcoxon testi ve korelasyon analizleri uygulanmış, analizler SPSS 28.0 programı ile yapılmıştır. Bulgular: Her iki grup arasında başlangıçta yaş ve boy gibi bazı demografik farklılıklar olmakla birlikte, cinsiyet dağılımı, vücut kitle indeksi ve başlangıç KMY değerleri açısından anlamlı fark izlenmemiştir. UDT grubunda, tedavi sonrasında serum ürik asit düzeylerinde anlamlı bir azalma gözlenmişken (p<0.05), gut kontrol grubunda hafif bir artış izlenmiştir. Ancak tedavi öncesi ve sonrası dönemler karşılaştırıldığında, her iki grubun da L1-4 ve femur T-skorlarında istatistiksel olarak anlamlı bir değişiklik izlenmemiştir (p>0.05). Ayrıca tedavi öncesi ve sonrası serum ürik asit düzeyleri ile KMY arasında anlamlı bir korelasyon bulunmamıştır (p>0.05). Bu sonuçlar, ürik asit düzeylerindeki değişimin kemik mineral yoğunluğu üzerinde doğrudan bir etkisinin olmadığını göstermektedir. Sonuç: Bu çalışma, gut hastalarında uygulanan ürat düşürücü tedavinin serum ürik asit düzeylerini anlamlı biçimde düşürdüğünü; ancak kısa vadede kemik mineral yoğunluğu üzerinde belirgin bir etkisinin bulunmadığını ortaya koymuştur. Literatürde, ürik asidin kemik metabolizması üzerindeki etkilerine ilişkin bulgular çelişkilidir. Bazı çalışmalar, ürik asidin antioksidan özellikleri aracılığıyla kemik kaybını engelleyebileceğini ileri sürerken; diğerleri, yüksek serum ürik asit (SUA) düzeylerinin inflamasyon ve oksidatif stres yoluyla kemik yıkımını artırabileceğini bildirmektedir. Çalışmamızda, UDT ile anlamlı düzeyde ürik asit düşüşü elde edilmesine rağmen KMY üzerinde anlamlı bir değişiklik olmaması, bu ilişkinin doğrudan ve kısa vadeli olmadığını düşündürmektedir. UDT'nin kemik sağlığı üzerindeki etkilerinin daha kapsamlı bir şekilde değerlendirilebilmesi için, daha geniş örneklem gruplarına sahip, uzun süreli takip verileri içeren ve çok değişkenli analizleri kapsayan ileri düzey çalışmalara ihtiyaç vardır. Özellikle D vitamini düzeyi, parathormon seviyesi, inflamatuar belirteçler ve fiziksel aktivite gibi kemik metabolizmasını etkileyen faktörlerin de dikkate alınacağı kapsamlı çalışmalar, klinik karar süreçlerine katkı sağlayacaktır. Anahtar Kelimeler: Gut hastalığı, Ürat düşürücü tedavi, Serum ürik asit, Kemik mineral yoğunluğu, Osteoporoz
  • Specialist Thesis
    Klinik Olarak Anlamlı Prostat Kanserinin Tanısında Multiparametrik MRG'de Ölçülen ADC Oranlarının Rolu ve Gleason Skorları ile Korelasyonu
    (2025) Özel, Enes; Dündar, İlyas; Durmaz, Fatma
    Amaç: Bu çalışmanın amacı, prostat multiparametrik MRG (prostat mpMRG) ile elde edilen görünür difüzyon katsayısı (ADC) değerleri ve ADC oranlarının prostat glandındaki klinik olarak anlamlı kanserini (KOAK) ayırt etmedeki tanısal değerini araştırmak ve bu parametrelerin Gleason skorları ile olan ilişkisini değerlendirmektir. Gereç ve Yöntem: Ocak 2021 ile Ocak 2025 tarihleri arasında biyopsi öncesi prostat mpMRG yapılmış 188 hasta retrospektif olarak incelendi. Patolojik olarak GS ≥6 olan 62 hasta malign grup, benign özelliklerde veya normal doku tanısı olan 126 hasta benign grup olarak sınıflandırıldı. Tüm hastalara ait yaş, PSA, prostat volümü (PV), PSA dansitesi (PSAD) gibi klinik parametreler ile lezyon ve karşı zondan ölçülen ADC değerleri kayıt altına alındı. Malign grupta tümör bölgesi ADC (ADC-ML) ile aynı seviyedeki karşı zondaki normal alanın ADC (ADC-MN) oranı hesaplandı. Benign grupta ise şüpheli alanların ADC'si (ADC-BL) ile karşı zon normal alanın ADC'si (ADC-BN) oranlandı. Elde edilen veriler istatistiksel olarak analiz edildi. Bulgular: Malign lezyonların ADC ortalaması, benign dokuya göre istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha düşük bulundu (p<0,001). ROC analizine göre ADC değeri için belirlenen cut-off 994 ×10⁻⁶ s/mm² olup, bu eşikte duyarlılık %96,8, özgüllük %94,0 olarak hesaplandı (AUC=0,994). ADC oranı için en iyi eşik değer 0,57 olarak saptandı ve bu değerde hem duyarlılık hem de özgüllük %95,2 idi (AUC=0,985). Gleason skorları ile ADC değerleri ve oranları arasında anlamlı negatif korelasyon saptandı (p<0,001). Ayrıca Gleason skoru ≥7 olan hastalarda karşı normal doku ADC'sinde de düşüş gözlenmesi, ADC oranlarını etkileyebilecek 'field cancerization' fenomenine işaret etmektedir. Sonuç: Prostat mpMRG'den elde edilen ADC değerleri ve oranları, prostat kanserinin tanısı ve agresifliğinin belirlenmesinde güvenilir ve tekrarlanabilir biyobelirteçlerdir. Bu çalışma, özellikle PI-RADS 2.1 sisteminde doğrudan tanımlanmayan ADC oranı kullanımının klinik fayda sağlayabileceğini göstermekte; bu parametrelerin, gelecekte farklı merkezlerde yapılacak geniş örneklemli çalışmalarla desteklenerek tanı sürecine entegrasyonu önerilmektedir.
  • Specialist Thesis
    Evaluation of the Fetal Conus Medullaris in Central Nervous System Anomalies Using 3D Ultrasound
    (2025) Demir, İlknur Zeynep; Şahin, Hanım Güler
    Amaç: Bu çalışmada, santral sinir sistemi (SSS) anomalileri bulunan ve sağlıklı gebeliklerde fetal konus medullaris'in (CM) 3 boyutlu (3D) ultrasonografi ile değerlendirilerek, vertebral sonlanım düzeylerinin ve ilgili biyometrik parametrelerin karşılaştırılması amaçlanmıştır. CM'nin lomber vertebralara göre sonlanım seviyesinin prenatal dönemde tanısal bir biyobelirteç olarak kullanılıp kullanılamayacağı araştırılmıştır. Gereç ve Yöntem: Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Obstetrik ve Perinatoloji Kliniği'nde yürütülen bu prospektif gözlemsel vaka- kontrol olan çalışmada, 11–22. gebelik haftaları arasında olan, tekil gebeliğe sahip, 18–45 yaş aralığındaki, BKİ <30 olan toplam 100 gebe değerlendirildi. Elli olgudan oluşan hasta grubuna prenatal ultrasonografi ile SSS anomalisi tanısı konmuşken, kontrol grubunu aynı haftalarda sağlıklı seyreden 50 gebe oluşturdu. Tüm katılımcılara Voluson E8 marka 3D ultrasonografi cihazı ile fetal CM değerlendirmesi yapıldı. CM sonlanım düzeyi vertebral kolona göre belirlendi, ayrıca CM ile sakrum alt ucu ve karın ön duvarı arasındaki mesafeler, abdominal çevre (AC), femur uzunluğu (FL) ve tahmini fetal ağırlık (TFA) ölçümleri kaydedildi. Veriler SPSS 27.0 (IBM Corp., Chicago, IL, ABD) programıyla analiz edildi. Normallik Kolmogorov-Smirnov testiyle değerlendirildi. Sürekli değişkenler ortalama ± standart sapma, kategorik veriler ise sayı (yüzde) olarak sunuldu. Karşılaştırmalarda bağımsız örneklem t testi, Mann-Whitney U ve Ki-kare testleri kullanıldı. Bulgular: Çalışmaya toplamda 100 gebe dahil edildi; bunların 50'si santral sinir sistemi (SSS) anomalisi bulunan hasta grubunu, 50'si ise sağlıklı kontrol grubunu oluşturdu. Grupların gebelik sonuçları değerlendirildiğinde, ölü doğum oranı her iki grupta düşük olup anlamlı farklılık göstermedi (hasta: %2, kontrol: %4; p=0.558). Canlı doğum sonrası eksitus oranı da gruplar arasında anlamlı bulunmadı (hasta: %6, kontrol: %12; p=0.295). Ektopik ve mol gebelik oranları benzerdi ve istatistiksel fark izlenmedi. Demografik veriler incelendiğinde, iki grup arasında yaş, boy, kilo ve gestasyonel yaş açısından anlamlı fark bulunmadı (p>0.05). Ancak obstetrik öykü yönünden gravida sayısı ve yaşayan çocuk sayısı hasta grubunda anlamlı olarak daha yüksekti (sırasıyla p=0.006 ve p=0.016). Abortus sayıları benzerdi (p=0.165). Fetal biyometrik ölçümler açısından abdominal çevre (AC), femur uzunluğu (FL) ve tahmini fetal ağırlık (TFA) hasta grubunda kontrol grubuna göre daha düşük ortalamalara sahipti; ancak bu farklar istatistiksel olarak anlamlı değildi (AC: p=0.220, FL: p=0.330, TFA: p=0.211). Konus medullaris ile sakrum alt ucu (CM–Os sacrum) ve karın ön duvarı (CM– abdomen) arasındaki mesafeler de benzerdi (p=0.122 ve p=0.186). Konus medullaris'in lomber vertebralara göre sonlanım düzeyleri değerlendirildiğinde, hasta grubunda en sık L4 (%52) ve L3 (%42) seviyelerinde sonlanım izlenirken, kontrol grubunda L3 (%52) ve L2 (%48) düzeylerinde sonlanım saptandı. Özellikle L4 düzeyine inen CM sonlanımı sadece hasta grubunda gözlendi ve bu fark istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0.001). L2 seviyesinde sonlanım ise sadece kontrol grubunda saptandı. Alt grup analizlerinde spina bifida, anensefali-akrania, Chiari malformasyonu, ventrikülomegali ve hidrosefali gibi SSS anomalilerinin bulunduğu fetüslerde CM sonlanımının L4 seviyesine kadar uzandığı; sağlıklı grupta ise L4 sonlanımının hiç izlenmediği tespit edildi. Ayrıca fetal biyometrik verilerde en düşük TFA değeri spina bifida grubunda ölçüldü. Bu durum, CM'nin vertebral düzeyde kaudal yerleşiminin, nörospinal gelişim bozukluklarıyla doğrudan ilişkili olabileceğini göstermektedir. Sonuç: Çalışmamızda, konus medullaris'in L4 düzeyinde sonlandığı tüm olguların santral sinir sistemi anomalisi taşıyan fetüslere ait olduğu belirlendi. Bu bulgu, CM'nin vertebral düzeye göre yerleşiminin prenatal tanıda güçlü bir göstergesi olabileceğini düşündürmektedir. 3D ultrasonografi ile yapılan ölçümlerin fetal spinal anomalilerin erken saptanmasında değerli bir tarama aracı olarak kullanılabileceği sonucuna varılmıştır. Anahtar Kelimeler: Fetal Omurga, Konus Medullaris, Prenatal Tanı, Santral Sinir Sistemi Anomalisi, Üç Boyutlu Ultrasonografi.
  • Specialist Thesis
    The Relationship Between Clinicopathologic Variables and Serum Cea and Colon Specific Antigen-2 in Patients With Colon Cancer
    (2011) Çallı, İskan; Kemik, Özgür
    KOLON KANSERLİ HASTALARDA SERUM KARSİNO EMBRİYONİK ANTİJEN ve KOLON KANSER SPESİFİK ANTİJEN-2 İLE KLİNİKOPATOLOJİK DEĞİŞKENLER ARASINDAKİ İLİŞKİKolon kanser spesifik antijen-2 (CCSA-2); kolon hücre malignitelerinde yeni tanımlanan bir belirteçtir. Kolon kanser spesifik antijen-2'nin kolon kanserindeki fonksiyonu bilinmemekle birlikte gelecekte önemli bir yer tutacağı düşünülmektedir. Biyolojik ve klinikopatolojik önemini ortaya koymak amacıyla kolon kanseri tanısı almış 107 hastada ELISA (enzyme-linked immunosorbent assay) yöntemi kullanılarak serum CEA ve CCSA-2 düzeyleri çalışıldı. Serum CEA ve kolon kanser spesifik antijen-2 seviyeleri; kötü differansiyasyon gösteren tümörlerde invazyon derinliği T3 ve T4 olan, lenf nodu metastazı yapan, venöz invazyonu bulunan ve TNM evrelemesinde evre 3 ve evre 4 olan hastalarda; kontrol gurubunu oluşturan bireyler ve iyi differansiyasyon gösteren tümörlerin yeraldığı invazyon derinliğinin T1 ve T2 olduğu, lenf nodu metaztazının olmadığı ve TNM evrelemelerinde evre 1 ve evre 2 olan hasta grubuna göre, istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0.001, p<0.0001). Kolon kanser spesifik antijen-2 seviyeleri; CEA gibi kolon kanser hücrelerinin gelişmesi ve kanser metaztazı varlığı için potansiyel bir gösterge olarak kullanılabilmektedir.
  • Specialist Thesis
    Evaluation of Brainstem Auditory Evoked Potentials, Thyroid Function Tests and Thyroid Autoantibodies in Patients With Vitiligo
    (2011) Çeçen, İlhan; Çalka, Ömer
    Giriş: Vitiligo sık görülen iyi sınırlı, tebeşir beyazı renkte, kutanöz makül ve yamalarla karakterize, fonksiyonel melanositlerin kaybıyla giden bir depigmentasyon hastalığıdır. Etiyoloji ve patogenezi halen tam olarak bilinmemekte ancak otoimmün hipotez öne çıkmaktadır. Vitiligoda sadece deride var olan melanositlerde değil, aynı zamanda iç kulak veya göz gibi melanositlerin bulunduğu diğer organlarda da hasarın olabileceği düşünülmektedir.Amaç: Vitiligolu hastalarda BAEP (Brainstem Auditory Evoked Potentials, İşitsel Beyin Sapı Uyarılmış Potansiyelleri) testi yaparak işitme yolları ve beyin sapını değerlendirerek varsa klinik ve subklinik bozukluklarını saptamak ve tiroid fonksiyon testleri ve tiroid otoantikor düzeylerini inceleyerek etiyolojide yer alan otoimmüniteyi araştırmaktır. Ayrıca otoimmünite ile işitme bozuklukları arasında ilişki olup olmadığı incelenmektedir.Materyal ve Metod: Çalışmaya Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı Polikliniğine başvuran, vitiligo tanısı almış 40 hasta ve kontrol grubu olarak 20 sağlıklı gönüllü alındı. Serbest T3, serbest T4, tiroid stimulan hormon (TSH), tiroglobulin, antitiroglobulin (anti TG) ve antitiroid peroksidaz (anti TPO) antikor düzeylerine bakıldı ve BAEP yapılarak nöroloji uzmanı tarafından değerlendirildi. Hasta ve kontrol grubunun sonuçları karşılaştırılarak istatistiksel analizleri yapıldı.Bulgular: Vitiligo ve kontrol grubu arasında cinsiyet ve yaş arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu. Anti TPO ortalama düzeyi kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksekti. Anti TGA ortalama düzeyi hasta grubunda daha yüksek olmasına rağmen anlamlı değildi. Anti TPO ve anti-TGA pozitifliği hasta grubunda istatistiksel olarak anlamlı derecede daha yüksekti (P< 0,05). Anti-TPO ile BAEP parametrelerinden sağda üçüncü, dördüncü, beşinci dalgalar ve I-III interpik latansı (İPL) ile solda dördüncü dalga ve I-V İPL arasında istatistiksel olarak anlamlı negatif korelasyon vardı (P< 0,05). Anti-TGA ile sağda dördüncü dalga, I-III İPL ve solda ise üçüncü dalga arasında istatistiksel olarak anlamlı derecede negatif korelasyon saptandı. Anti-TPO ile anti-TGA arasında %74,6 oranında istatistiksel olarak anlamlı derecede pozitif korelasyon bulundu. Her bir BAEP parametresi gruplar arasında anormal olgu sayısı açısından karşılaştırıldığında hasta grubunda solda V ve III-V sağda IV ve V parametrelerinde istatistiksel olarak anlamlı derecede daha fazla anormallik saptandı..Sonuç: Bu çalışmada vitiligolu hastalarda otoimmün mekanizmaya işaret eden anlamlı derecede tiroid otoantikor pozitifliğini saptandı ve ayrıca bunun BAEP parametreleri ile ilişkisi değerlendirildi. İki farklı parametrenin birbirleriyle anlamlı korelasyon göstermesi ortak otoimmün mekanizmaya işaret etme olasılığı nedeniyle önemlidir. Ancak daha fazla hasta serilerinde yapılacak ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.
  • Specialist Thesis
    Evaluation of Serum Adiponectin, Tnf-Alpha and II-6 Levels in Pregnant Women With Preeclampsia, Gestational Diabetes and Normal Pregnant Women.
    (2011) Ay, Emine Gülçin; Kamacı, Mansur
    Amaç: Preeklampsi ve Gestasyonel diabet tanısı konmuş gebelerle sağlıklı gebelerin maternal serum adiponektin, tümör nekrozis faktör-alfa ve interlökin-6 düzeylerinin araştırılması ve literatür eşliğinde incelenmesi.Materyal-Metod: Ocak 2011 ile Kasım 2011 tarihleri arasında Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği'nde preeklampsi veya gestasyonel diabet tanısı konulan benzer yaş ve gebelik haftasına sahip 30 preeklamptik, 30 gestasyonel diabetli olgu ile 30 sağlıklı gebe (kontrol grubu) çalışmaya dahil edilmiştir. Preeklampsi grubu ile kontrol grubunu karşılaştırmada olguların demografik bulguları, sistolik ve diastolik kan basınçları, spot ve 24 saatlik idrarda protein atılımı, hemogram, kreatinin, karaciğer fonksiyon testleri (AST, ALT), adiponektin, tümör nekrozis faktör-alfa ve interlökin-6 düzeylerine; Gestasyonel diabetli grub ile kontrol grubunu karşılaştırmada olguların demografik bulguları, vücut kitle indeksi, açlık kan şekeri, Hemoglobin A1C, adiponektin, tümör nekrozis faktör-alfa ve interlökin-6 düzeylerine bakıldı. Ayrıca bakılan parametreler arasında bir ilişki olup olmadığı da değerlendirilmiştir.Bulgular: Preeklamptik gebe grubu ile kontrol grubu; Gestasyonel diabetli gebe grubu ile kontrol grubu arasında ortalama yaş, gravida, gebelik haftası bakımından istatistiki olarak anlamlı bir fark tespit edilmemiştir (p>0.05). Kontrol grubu ile kıyaslandığında preeklamptik gebe grubunda sistolik ve diastolik kan basınçları ile spot ve 24 saatlik idrarda protein miktarı, serum kreatinin, AST, ALT, tümör nekrozis faktör-alfa, interlökin-6 düzeyleri istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha yüksek; adiponektin ise nümerik olarak yüksek saptansa da istatistiksel açıdan anlamlı bulunmadı (p>0.05). Kontrol grubu ile kıyaslandığında gestasyonel diyabetli gebe grubunda vücut kitle indeksi, açlık kan şekeri, 50 gr tarama testi, HbA1C, tümör nekrozis faktör-alfa düzeyleri istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha yüksek saptanırken; adiponektin nümerik olarak düşük ve interlökin-6 düzeyleri ise nümerik olarak yüksek saptanmasına rağmen istatistiksel açıdan anlamlı fark bulunmadı. Preeklamptik gebeler hastalık şiddetine göre hafif ve şiddetli olarak iki alt gruba ayrıldığında; şiddetli preeklamptiklerde hafif preeklamptiklere göre adiponektin daha yüksek tespit edilmiş (p<0.05) ancak tümör nekrozis faktör-alfa ve interlökin-6 bakımından aralarında istatistiki olarak anlamlı bir fark tespit edilmemiştir (p>0.05).Sonuç: Preeklampsi hipertansiyon, proteinüri, artmış tümör nekrozis faktör-alfa ve interlökin-6 düzeyleri ile; gestasyonel diyabet obezite, hiperglisemi ve artmış tümör nekrozis faktör-alfa düzeyleri ile ilişkilidir. Preeklamptik gebelerdeki adiponektin düzeyleri ile gestasyonel diyabetli gebelerdeki adiponektin ve interlökin-6 düzeylerini araştıran daha kapsamlı çalışmalara ihtiyaç vardır.Anahtar Kelimeler: Preeklampsi, gestasyonel diabetes mellitus, adiponektin, tümör nekrozis faktör-alfa, interlökin-6.
  • Specialist Thesis
    Evaluation of Gestational Trophoblastic Diseases of Thyroid Function, Thyroid Function Tracking Disorders
    (2011) Özgenoğlu, Murat; Öztürk, Mustafa
    Gestasyonel trofoblastik hastalıklar geniş yayılım varlığında dahi tedavi edilebilen nadir insan tümörlerindendir. Bunlara lokal invazyon ve metastaz için değişen eğilimleri olan komplet ve inkomplet hidatiform mol, plasental yerleşimli trofoblastik tümör ve koriokarsinoma dahildir. Tümör hücreleri HCG üretmektedir Molar gebelik yada koriokarsinom kadınlarda patolojik olarak yüksek HCG düzeylerine neden olabilir.Hamileliğin erken dönemlerinde yüksek HCG konsantrasyonları az orandaki kadınlarda normal veya hafif artmış ST4 ve subnormal TSH ile karakterize subklinik hipertiroidiye neden olabilir. Gestasyonel trofoblastik hastalıklar daha şiddetli hipertiroidizmile ilişkili olabilir.Çalışmamızın amacı gestasyonel trofoblastik hastalık spektrumu içinde bulunan komplet ve inkomplet mol hidatiform tanılı hastaların tiroid fonksiyonlarının durumlarını belirlemekti. Tiroid fonksiyonlarının hastaların yaşı, gebelik sayısı, parite sayısı, yaşayan çocuk sayısı, abortus sayısı, D/C sayısı, gebelik haftası, bulantı kusma derecesi, geçirilmiş mol gebelik öyküsü, tiroid ultrason dopler, laboratuvar değerleri; betaHCG, TSH, ST4, ST3, TT4, TT3, tiroglobulin, antiTG, antiTPO,estradiol ile arasındaki ilişki değerlendirildi.Ayrıca hipertiroidisi olan hastalara preop ötroid hale getirmek için verilen tionamid ya da iyot tedavisinin etkinlikleri takip edildi. Çalışmamıza YYÜ Tıp Fakültesi kadın hastalıkları ve doğum servisinde mol hidatiform tanısı ile takip edilip dahiliye servisi tarafından konsülte edilen hastalar alınmıştır. Toplam hasta sayısı 50'dir.Hastalarımızın önce TSH(mikro IU/ml), ST4 (ng/dl) ,ST3 (pg/ml), TT4 (mikrogram/dl), TT3(ng/ml), BHCG (mıu/ml), estradiol(pg/ml), tiroglobulin(ng/ml). antitiroglobulin(ıu/ml), anti tiroid peroksidaz(ıu/ml) düzeyleri tespit edildi. Hastalarımız bu sonuçlarına göre operasyon öncesi ötiroid ve hipertiroid olmak üzere iki gruba ayrıldı. ST4'ü 2 ng/dl üzerinde olanlar hipertiroid kabul edilerek tedavi edildi. Hipertiroid olan hastalarımıza operasyon öncesi antitiroid tedavi ya da lugol verildi. Antitiroid tedavi propyltiourasil 3x150 mg (n=6), lugol tedavisi ise 3x3 damla (n=11) olarak başlandı. Tedavi verilen hastalarımız tedavilerinin üçüncü günü başlangıç labaratuar değerleri açısından tekrar değerlendirildi. Laboratuvar sonuçlarına göre bir kısım hastalarımıza operasyon önerildi,bir kısmının tedavisi tekrar düzenlendi ve kontrol değerleri istendi. PTU tedavisi ile ST4'ü düşmeyen hastalara ilaveten lugol tedavisi verildi (n=4). Hastalar en fazla bir hafta tedavi edildi. Bu süre sonunda hastalarımızın hepsi opere edildiler. Ötiroidiye ulaşılamayanlarda hidrasyon ve beta bloker tedavisi uygulanmıştır. İntraoperatif ya da postoperatif bir komplikasyon görülmemiştir. Tedavi verilen hastalarda postop 1.gün ve 3. gün tekrar laboratuar değerlerine bakılmıştır.Tiroid ultrasonda hastalarımızın tiroid boyutları; sağ lob, sol lob, isthmus olmak üzere tespit edilmiştir. Tiroid volümü en x boy x yükseklik x 0,479 formülü ile hesaplandı. Tiroid parankiminde kanlanmanın artmış olup olmamasına, heterojenite varlığına, nodül olup olmadığına göre hastalar gruplandırıldı.Hastalarımızın tümü patoloji sonuçlarına göre komplet ve inkomplet mol olarak iki gruba ayrıldı. Patoloji raporlarında makroskopik ölçülere göre mol volümü hesaplandı. Bu hesapta küre hacmi formülü (4/3? r3) kullanıldı.Ölçülen parametrelerin tedavi öncesi ? tedavi sonrası (preop), tedavi öncesi (preop)- tedavi sonrası postop 1. gün, postop birinci gün - üçüncü gün arasındaki farklar hesaplandı. Tedavi gruplarında bu farklar karşılaştırıldı.Çalışmanın sonuçları hazırlanan formlardan, SPSS 19 bilgisayar istatistik çalışma programı ortamına alınarak istatistik analizi yapıldı. Grupların karşılaştırılmasında unpaired t testi, değişkenler arasındaki korelasyonun analizinde Pearson korelasyon analizi kullanıldı. Tedavi öncesi- sonrası ve post op değişiklikler paired samples t testi ile karşılaştırıldı. Gruplar arası sıklıkların karşılaştırılmasında Ki-kare testi kullanıldı. Sonuçlar; ortalama ± standart hata olarak verildi ve p < 0.05 olması durumu istatistiksel farklılık olarak kabul edildi.Çalışmamıza alınan 50 mol hidatiform hastamızın patoloji sonuçları değerlendirildiğinde; onbeş hastamız (% 30) komplet mol hidatiform, 35 (% 70) hastamız ise inkomplet mol hidatiform tanısı aldı. Komplet mol olanlarda yaş daha ileri, gebelik sayısı daha fazla, TSH daha düşük, serbest T4 ve total T4 daha yüksek saptandı. Bu hastaların HCGdüzeyleri ve mol boyutları eşitti. Komplet mol hastalarında özellikle sol lob olmak üzere tiroid volümü daha büyüktü.Çalışma grubumuzdaki elli hasta içinde en fazla 20-25 yaş grubu kadınlar vardı. 40 yaş üzerinde 13 hastamız mevcuttu. Çalışmamızda yaşın, ST4, ST3, tiroglobulin ve tiroid volümü ile pozitif korele olduğunu saptadık.Bulantısı olan ve olmayan hastalar karşılaştırıldığında, beta HCG düzeyleri benzer olmasına karşın, ST4 ve ST3 düzeylerinin bulantı olanlarda daha yüksek olduğunu gördük. Korelasyon analizinde bulantı derecesi HCG ile değil, TSH ile ilişkili saptanmıştır. Çalışmamızda HCG'nin ST4, ST3 ile pozitif, TSH ile negatif korele olduğunu saptadık (r=0,609, 0,597 ve ? 0,448).Çalışmamıza alınan hastalarımızdan 21'ine antitiroid tedavi verildi. Altı hastamıza (%12) PTU, 11 hastamıza (% 22) lugol solüsyonu, 4 hastamıza (% 8) propiltiourasil + lugol solüsyonu verilmiştir. ST4'ün düşürülmesinde lugol solüsyonu PTU'ya göre daha etkili bulundu (ortalama %18,9'e karşı, %1,48 düşüş, p=0,02). ST3 üzerindeki düşürücü etki hem lugol hem PTU'da ST4'de göre daha fazlaydı, ancak birbirleri arasında fark saptanmadı (ortalama % 29,3'e karşı % 21,6 düşüş).Hidatiform mol hacmini ST4, ST3, TT4 ile korele bulduk (r= 0,541, 0,421, 0,662). Çalışmamızda estradiolün serbest ve total tiroid homonlarının yanı sıra tiroglobulin ile de pozitif korele olduğunu saptadık.Sonuç olarak, hidatiform mol hastalarında tiroid hastalığının şiddeti yaşa, pariteye, HCG düzeyi ve mol büyüklüğüne göre artmaktadır. Tiroid hastalığının şiddetini tahminde tiroid heterojenitesi ve kanlanma durumunun tayini yardımcı olabilir. Tedavide lugol, PTU'ya göre daha etkin görünmekte ve iki ilaç additif etki gösterebilmektedir. Yeterli hidrasyon ve beta bloker tedavi verilen hastaların, ötiroid olmadan opere edilmesi güvenli görünmektedir.
  • Specialist Thesis
    Discussion of Pandemic Influenza a (H1N1) Cases in Our Region
    (2011) Çıkman, Aytekin; Berktaş, Mustafa
    İnfluenza virüsleri, parçalı RNA yapısının sık genetik değişime uğraması sonucu pandemiler oluşturarak tarih boyunca önemlerini korumuşlardır. 2009 yılında CDC, domuz kaynaklı İnfluenza A (H1N1) virüsünü belirlediğini açıkladıktan sonra kısa sürede dünyanın birçok yerine yayıldığı anlaşılmış ve DSÖ İnfluenza A (H1N1) virüsü için 6. evre pandemi olduğunu açıklamıştır. Çalışmada, bölgemizde tespit edilen Pandemik İnfluenza A (H1N1) olgularının irdelenmesi amaçlanmıştır.Bölgemizdeki beş farklı hastaneye, 15 Ekim 2009 - 15 Ocak 2010 tarihleri arasında Pandemik İnfluenza A (H1N1) enfeksiyonu ön tanılı 570 hasta başvurmuştur. Hastalardan nazofaringeal/boğaz sürüntü örnekleri alınmış, Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi'ne biyogüvenlik kuralları içerinde ulaştırılarak Real-Time PCR yöntemi ile etkenin ?Pandemik İnfluenza A (H1N1)v 2009? olup olmadığı araştırılmıştır.RSHSM tarafından yapılan PCR testi ile 220 hastada Pandemik İnfluenza A (H1N1) pozitif bulunmuştur. Bu hastaların 36'sı yoğun bakım şartlarında olmak üzere 85'i hastaneye yatırılmış ve 16'sı yaşamını yitirmiştir. Pandemik İnfluenza A (H1N1) tanısı alan hastaların 109'unun 6-25 yaş aralığında olduğu görülmüştür. Bu yaş aralığında tüm hastalar tedavi edilerek şifa ile taburcu edilmiştir. Ancak yatan hastalar, yoğun bakım gereksinimi duyulanlar ve ölen hastaların en çok 26-35 yaş aralığında olduğu bulunmuştur. Yatarak tedavi gören hastalarda öksürük ve ateş en sık bulunan semptomlar olarak belirlenmiştir. Yatan hastalarda <5 yaş, kardiyovasküler hastalık, immünsupresif ilaç kullanımı ve akciğer hastalığı en sık rastlanan risk faktörleri olarak gözlenmiştir.Pandemik influenza A (H1N1) enfeksiyonu, mevsimsel gribin aksine genç erişkin ve risk faktörü olmayan hastalarda daha sık oranda görülmektedir. Genel olarak, mevsimsel gripte olduğu gibi pandemik influenzada hafif semptomlar görülmekle birlikte, özellikle altta yatan hastalığı olanlarda daha ciddi klinik tablolara ve ölümlere neden olmaktadır.
  • Specialist Thesis
    Evaluatıon of Serum Nt-Probnp, Troponin-I and Hs-Crp Levels in Children With Congenital Heart Dısease
    (2011) Ay, Metin; Üner, Abdurrahman
    Konjenital kalp hastalıkları; gelişmiş tanı ve tedavi yöntemlerine rağmen, halen doğum sonrası ilk bir yıl içerisindeki ölüm nedenleri arasında önemli yer tutan bir hastalık grubudur. Bundan dolayı bu hastaların tanı ve takibinde çeşitli prognostik faktörlere ihtiyaç duyulmuştur. Son yıllarda kardiyovasküler sistemin çeşitli patolojilerinde prognostik olarak natriüretik peptidler, kardiyak troponinler ve high sensitif C-reaktif protein (Hs-CRP) düzeylerinin ölçümüne dayalı araştırma çalışmaları giderek artmaktadır.Bu tez çalışmasında yaşları 3ay?16 yaş arasında değişen toplam 66 konjenital kalp hastası ve kontrol grubu olarak herhangi bir kronik hastalığı olmadığı bilinen 38 sağlıklı çocuk dahil edilerek serum kardiyak troponin I (cTnI), Hs-CRP ve NT-proBNP düzeyleri incelendi. Çalışmaya alınan konjenital kalp hastalıklı olgulardan 16'sı siyanotik ve 50'si asiyanotik grupta değerlendirildi. Solunum sıkıntısı, siyanoz, pulmoner hipertansiyon, kardiyomegali ve kalp yetmezliği gibi şikayet ve klinik bulguları olan hastalar semptomatik grupta (n=23), herhangi bir şikayet ve klinik bulgusu olmayan hastalar asemptomatik grupta (n=43) değerlendirildi. Sadece 3 semptomatik ve 2 asemptomatik hasta digoksin tedavisi almaktaydı. Ayrıca izole olarak VSD bulunan hastalar VSD grup, izole olarak ASD bulunan hastalar ASD grup olarak ayrıldı. Çalışma sonucundaki veriler kullanılarak siyanotik grup asiyanotik grup ile, semptomatik grup asemptomatik grup ile ve VSD grup ASD grup ile istatistiksel olarak karşılaştırıldı.Yaş ortalama olarak siyanotik grupta 3,34 ± 3,43 asiyanotik grupta 2,89 ± 3,72 kontrol grubunda 4,44 ± 2,82; semptomatik grupta 2.03 ± 3.39 asemptomatik grupta 3,51 ± 3,68; VSD grubunda 3,47±3,72 ASD grubunda 2,53 ± 3,23 bulundu. NT-proBNP ortalama olarak siyanotik grupta 1535,42 ± 2887,28 asiyanotik grupta 715,60 ± 1247,84 kontrol grubunda 45,29 ± 46,11; semptomatik grupta 2016,26 ± 2572,03 asemptomatik grupta 324,94 ± 708,57; VSD grubunda 555,41 ± 1283,05 ASD grubunda 417,60 ± 561,26 bulundu. Troponin I ortalama olarak siyanotik grupta 0,04 ± 0,12 asiyanotik grupta 0,08 ± 0,14 kontrol grubunda 0,01 ± 0,04; semptomatik grupta 0,053 ± 0,111 asemptomatik grupta 0,080 ± 0,145; VSD grubunda 0,050 ± 0,079 ASD grubunda 0,061 ± 0,076 bulundu. Hs-CRP ortalama olarak siyanotik grupta 1,017 ± 0,801 asiyanotik grupta 1,458 ± 2,357 kontrol grubunda 0,32 ± 0,43; semptomatik grupta 1,84 ± 2,43 asemptomatik grupta 1,07 ± 1,84; VSD grubunda 1,08 ± 2,14 ASD grubunda 1,03 ± 0,88 bulundu. Siyanotik, asiyanotik ve kontrol grupları arasında; semptomatik ve asemptomatik gruplar arasında; VSD ve ASD grupları arasında yaş açısından anlamlı fark bulunmadı (p>0,05). NT-proBNP sırasıyla siyanotik grupta asiyanotik ve kontrol grubuna göre, asiyanotik grupta kontrol grubuna göre, semptomatik grupta asemptomatik gruba göre, hasta grupta sağlıklı kontrollere göre anlamlı yüksek bulunurken (p<0,05) VSD ile ASD grupları arasında fark yoktu (p>0,05). Troponin I sırasıyla siyanotik grup ile asiyanotik grup, semptomatik grup ile asemptomatik grup, VSD ile ASD grupları arasında anlamlı fark yok iken (p>0,05), hasta grupta kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0,05). Hs-CRP sırasıyla siyanotik grup ile asiyanotik grup, semptomatik grup ile asemptomatik grup, VSD ile ASD grupları arasında anlamlı fark yok iken (p>0,05), hasta grupta kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0,05).Sonuçlar istatistiksel olarak değerlendirildiğinde özellikle hasta grupta sonuçlar sağlıklı kontrollere göre anlamlı yüksek bulunmuştur. Bu sonuç literatür ışığında hipoksi ile ilişkilendirilmiştir. NT-proBNP özellikle siyanotik ve semptomatik gruplarda anlamlı olarak yüksek bulunduğu için bu sonuç net olarak görülmekteyken Hs-CRP ve troponin I için daha fazla çalışma ve daha fazla hastaya ihtiyaç olduğu görülmüştür. Gelecekte KKH' nın klinik yönetiminde NT-proBNP, Hs-CRP ve troponinin mevcut stratejileri değiştirebileceği ancak bu parametrelerin tanı ve tedavi girişimleri sırasında yol gösterici olarak kullanılabilmeleri için de daha fazla çalışmaya ihtiyaç olduğu görülmektedir.Anahtar Kelimeler: Konjenital kalp hastalıkları, NT-proBNP, cTnI, Hs-CRP
  • Specialist Thesis
    The Importance of Level Ykl-40 in Gastric Cancer Patients
    (2011) İtik, Veyis; Kemik, Özgür
    Giriş: YKL-40 malign tümör hücrelerinin büyüme faktörüdür. Pek çok kanser tiplerinde artmış YKL-40 düzeyleri angiogenezis ile ve zayıf prognozis ile ilişkilidir. Ancak, YKL-40'ın ekspresiyonu mide kanserinde açıklanamamıştır.Materyal ve Metod: Bu çalışmada serum YKL-40 düzeylerini enzim bağlıimmunosorbent ölçüm yöntemi (ELISA) ile 100 mide kanserli hastada ve 75 sağlıklı bireyde ölçtük.Bulgular: Hastalarımızın serum YKL-40 düzeylerini, 140 ± 78 µ/l olarak bulduk. Sağlıklı bireylerimizin serum YKL-40 düzeylerini 25 ± 9 µ/l olarak bulduk (p<0.0001).Sonuç: Çalışmamızın sonuçlarına göre, artmış serum YKL-40 düzeyleri agresif tümör hücreleri ile ilişkilidir. YKL-40 düzeyleri, mide kanserinin önlenmesi için bağımsız bir moleküler markır olarak kullanılabilinir.
  • Specialist Thesis
    Diabetes (Type 2) With COPD (Chronic Obstructive Pulmonary Disease) Comparison of Patients With Respiratory Functions
    (2011) Bilgin, Mehmet Hakan; Sertoğullarından, Bünyamin
    Amaç: KOAH'lı hastalarda ek hastalıklar morbidite ve mortaliteyi arttırmaktadır. DM multisistemik bir hastalık olup tüm organları etkilediği gibi solunum sitemini de etkilemektedir. Çalışmamızın amacı KOAH'lı hastaların diyabetten dolayı solunum fonksiyonlarındaki değişikliklerin spirometrik olarak değerlendirilmesidir.Gereç ve Yöntem: 72 KOAH olgusu (36 erkek, 36 kadın) çalışmaya alındı. Hastalara solunum fonksiyon testi yapıldı, hastalardan arteryel kan gazı ve HbA1c için kan alındı. Sürekli değişkenler bakımından grupların karşılaştırılmasında Student T testi yapıldı. İki grup arasındaki verilerin dağılımı açısından Kolmogorov-Smirnov Z testi sonuçlarına göre değerlendirilme yapıldı. Gruplar arasındaki doğrusal ilişkileri belirlemede Pearson korelasyon testi kullanıldı.Bulgular: İki grup arasında solunum fonksiyonları ve arter kan gazı verileri değerlendirildiğinde farklılık olmasına rağmen istatiksel olarak anlamlı değildi. KOAH + DM grubunda FEV1% ve FVC%, PO2 daha düşük, PCO2 daha yüksekti. Her iki grubun cinsiyete göre dağılımını incelediğimizde erkeklerde FVC%, FEV1/FVC oranı parametrelerinde istatistiki olarak anlamlı farklar bulundu.(p<0,05).Sonuç: KOAH ve DM birlikteliği olan hastalarda arter kan gazı parametrelerinin ve solunum fonksiyon testlerinin daha fazla etkilendiği görülmüştür. Bu yönü ile daha kapsamlı çalışmalara ihtiyaç olduğu düşünülmüştür.Anahtar Sözcükler: Solunum fonksiyonları, Tip 2 DM, KOAH
  • Specialist Thesis
    The Importance of Level Ykl-40 in Esophageal Cancer Patients
    (2011) Yılmaz, Özkan; Sümer, Aziz
    Giriş: YKL-40, malign tumor hücrelerinden, nötrofillerden ve makrofajlardan salınan bir glikoproteindir. Artmış YKL-40 düzeyleri, zayıf prognoz ile ilişkilidir. Çalışmamızda, özefagus kanserli hastalarda YKL-40 düzeyleri belirlenmiştir.Materyal ve Metod: YKL-40 düzeyleri, 100 özefagus kanserli hastada ve 75 sağlıklı bireyde enzim bağlı immunosorbent ölçüm (ELISA) yöntemi ile belirlendi.Bulgular: Biz, özefagus kanserli hastada YKL-40 düzeylerini sağlıklı bireylere göre, yüksek bulduk (p<0.0001).Sonuç: Sonuçlarımız göstermiştir ki, serum YKL-40 düzeyleri özefagus kanserli hastalarda önemli bir role sahiptir.
  • Specialist Thesis
    Duodenal Biopsies Which Particularly in the Diagnosis of Gluten Enteropathy and Various Duodenal Pathologies and Compared About Immunhistochemical Execution
    (2011) Susem, Ebru Altındal; Bayram, İrfan
    Duodenal biyopsi, başta Gluten enteropatisi olmak üzere çeşitli duodenal patolojilerin tanısında ve tedaviye cevabın değerlendirilmesinde önemli katkısı olan temel bir inceleme yöntemidir.Bu çalışmada histokimyasal boyamaların, duodenal biyopsilerde histopatolojik bulgulara katkısını ortaya koymak amacıyla Masson Trikrom, PAS, d-PAS, PAS-AB, HID-AB boyaları kullanıldıÇalışmada, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesinde 2001-2010 yılları arasında 50 tanesi ?Gluten Enteropatisi? ve 50 tanesi ?duodenit? olmak üzere toplam 100 olguya ait örnekler değerlendirmeye alındı. On tane ?normal histolojik özellikte duodenum mukozası? ise kontrol grubu olarak tekrar değerlendirildi.PAS, d-PAS, PAS-AB, HID-AB ile gastrik metaplazi ve gruplar arasında boyanma paterni farklılığının olup olmadığı araştırıldı Çalışma gruplarımızda gastrik metaplazi tespit edilemedi. Ayrıca, iki çalışma grubunda da kontrol grubu ile aynı paternde boyanma görüldü.Masson Trikrom ile bir olguda saptanan giardiazis hariç, subepitelyal kollajende kalınlaşma ve mukozal kollajen-fibroziste artış iki grupta da saptanmadı.Mevcut bulgular ile duodenal biyopsilerde; histokimyasal boyamaların, pratikte en sık karşılaşılan duodenit ve Gluten enteropatisinde ayırıcı tanısında iyi hazırlanmış (iyi fiksasyon, iyi takip, ince kesit ve iyi boya) Hemotoksilen-Eozin (H&E) kesitlerine bir üstünlüklerinin mevcut olmadığı sonucuna varıldı.Anahtar Kelimeler: Duodenum, Histokimyasal boyama, Gluten Enteropatisi.