YYÜ GCRIS Basic veritabanının içerik oluşturulması ve kurulumu Research Ecosystems (https://www.researchecosystems.com) tarafından devam etmektedir. Bu süreçte gördüğünüz verilerde eksikler olabilir.
 

Tıpta Uzmanlık Tezleri

Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/20.500.14720/13

Browse

Recent Submissions

Now showing 1 - 20 of 757
  • specialization-in-medicine.listelement.badge
    Evaluation of Gestational Trophoblastic Diseases of Thyroid Function, Thyroid Function Tracking Disorders
    (2011) Özgenoğlu, Murat; Öztürk, Mustafa
    Gestasyonel trofoblastik hastalıklar geniş yayılım varlığında dahi tedavi edilebilen nadir insan tümörlerindendir. Bunlara lokal invazyon ve metastaz için değişen eğilimleri olan komplet ve inkomplet hidatiform mol, plasental yerleşimli trofoblastik tümör ve koriokarsinoma dahildir. Tümör hücreleri HCG üretmektedir Molar gebelik yada koriokarsinom kadınlarda patolojik olarak yüksek HCG düzeylerine neden olabilir.Hamileliğin erken dönemlerinde yüksek HCG konsantrasyonları az orandaki kadınlarda normal veya hafif artmış ST4 ve subnormal TSH ile karakterize subklinik hipertiroidiye neden olabilir. Gestasyonel trofoblastik hastalıklar daha şiddetli hipertiroidizmile ilişkili olabilir.Çalışmamızın amacı gestasyonel trofoblastik hastalık spektrumu içinde bulunan komplet ve inkomplet mol hidatiform tanılı hastaların tiroid fonksiyonlarının durumlarını belirlemekti. Tiroid fonksiyonlarının hastaların yaşı, gebelik sayısı, parite sayısı, yaşayan çocuk sayısı, abortus sayısı, D/C sayısı, gebelik haftası, bulantı kusma derecesi, geçirilmiş mol gebelik öyküsü, tiroid ultrason dopler, laboratuvar değerleri; betaHCG, TSH, ST4, ST3, TT4, TT3, tiroglobulin, antiTG, antiTPO,estradiol ile arasındaki ilişki değerlendirildi.Ayrıca hipertiroidisi olan hastalara preop ötroid hale getirmek için verilen tionamid ya da iyot tedavisinin etkinlikleri takip edildi. Çalışmamıza YYÜ Tıp Fakültesi kadın hastalıkları ve doğum servisinde mol hidatiform tanısı ile takip edilip dahiliye servisi tarafından konsülte edilen hastalar alınmıştır. Toplam hasta sayısı 50'dir.Hastalarımızın önce TSH(mikro IU/ml), ST4 (ng/dl) ,ST3 (pg/ml), TT4 (mikrogram/dl), TT3(ng/ml), BHCG (mıu/ml), estradiol(pg/ml), tiroglobulin(ng/ml). antitiroglobulin(ıu/ml), anti tiroid peroksidaz(ıu/ml) düzeyleri tespit edildi. Hastalarımız bu sonuçlarına göre operasyon öncesi ötiroid ve hipertiroid olmak üzere iki gruba ayrıldı. ST4'ü 2 ng/dl üzerinde olanlar hipertiroid kabul edilerek tedavi edildi. Hipertiroid olan hastalarımıza operasyon öncesi antitiroid tedavi ya da lugol verildi. Antitiroid tedavi propyltiourasil 3x150 mg (n=6), lugol tedavisi ise 3x3 damla (n=11) olarak başlandı. Tedavi verilen hastalarımız tedavilerinin üçüncü günü başlangıç labaratuar değerleri açısından tekrar değerlendirildi. Laboratuvar sonuçlarına göre bir kısım hastalarımıza operasyon önerildi,bir kısmının tedavisi tekrar düzenlendi ve kontrol değerleri istendi. PTU tedavisi ile ST4'ü düşmeyen hastalara ilaveten lugol tedavisi verildi (n=4). Hastalar en fazla bir hafta tedavi edildi. Bu süre sonunda hastalarımızın hepsi opere edildiler. Ötiroidiye ulaşılamayanlarda hidrasyon ve beta bloker tedavisi uygulanmıştır. İntraoperatif ya da postoperatif bir komplikasyon görülmemiştir. Tedavi verilen hastalarda postop 1.gün ve 3. gün tekrar laboratuar değerlerine bakılmıştır.Tiroid ultrasonda hastalarımızın tiroid boyutları; sağ lob, sol lob, isthmus olmak üzere tespit edilmiştir. Tiroid volümü en x boy x yükseklik x 0,479 formülü ile hesaplandı. Tiroid parankiminde kanlanmanın artmış olup olmamasına, heterojenite varlığına, nodül olup olmadığına göre hastalar gruplandırıldı.Hastalarımızın tümü patoloji sonuçlarına göre komplet ve inkomplet mol olarak iki gruba ayrıldı. Patoloji raporlarında makroskopik ölçülere göre mol volümü hesaplandı. Bu hesapta küre hacmi formülü (4/3? r3) kullanıldı.Ölçülen parametrelerin tedavi öncesi ? tedavi sonrası (preop), tedavi öncesi (preop)- tedavi sonrası postop 1. gün, postop birinci gün - üçüncü gün arasındaki farklar hesaplandı. Tedavi gruplarında bu farklar karşılaştırıldı.Çalışmanın sonuçları hazırlanan formlardan, SPSS 19 bilgisayar istatistik çalışma programı ortamına alınarak istatistik analizi yapıldı. Grupların karşılaştırılmasında unpaired t testi, değişkenler arasındaki korelasyonun analizinde Pearson korelasyon analizi kullanıldı. Tedavi öncesi- sonrası ve post op değişiklikler paired samples t testi ile karşılaştırıldı. Gruplar arası sıklıkların karşılaştırılmasında Ki-kare testi kullanıldı. Sonuçlar; ortalama ± standart hata olarak verildi ve p < 0.05 olması durumu istatistiksel farklılık olarak kabul edildi.Çalışmamıza alınan 50 mol hidatiform hastamızın patoloji sonuçları değerlendirildiğinde; onbeş hastamız (% 30) komplet mol hidatiform, 35 (% 70) hastamız ise inkomplet mol hidatiform tanısı aldı. Komplet mol olanlarda yaş daha ileri, gebelik sayısı daha fazla, TSH daha düşük, serbest T4 ve total T4 daha yüksek saptandı. Bu hastaların HCGdüzeyleri ve mol boyutları eşitti. Komplet mol hastalarında özellikle sol lob olmak üzere tiroid volümü daha büyüktü.Çalışma grubumuzdaki elli hasta içinde en fazla 20-25 yaş grubu kadınlar vardı. 40 yaş üzerinde 13 hastamız mevcuttu. Çalışmamızda yaşın, ST4, ST3, tiroglobulin ve tiroid volümü ile pozitif korele olduğunu saptadık.Bulantısı olan ve olmayan hastalar karşılaştırıldığında, beta HCG düzeyleri benzer olmasına karşın, ST4 ve ST3 düzeylerinin bulantı olanlarda daha yüksek olduğunu gördük. Korelasyon analizinde bulantı derecesi HCG ile değil, TSH ile ilişkili saptanmıştır. Çalışmamızda HCG'nin ST4, ST3 ile pozitif, TSH ile negatif korele olduğunu saptadık (r=0,609, 0,597 ve ? 0,448).Çalışmamıza alınan hastalarımızdan 21'ine antitiroid tedavi verildi. Altı hastamıza (%12) PTU, 11 hastamıza (% 22) lugol solüsyonu, 4 hastamıza (% 8) propiltiourasil + lugol solüsyonu verilmiştir. ST4'ün düşürülmesinde lugol solüsyonu PTU'ya göre daha etkili bulundu (ortalama %18,9'e karşı, %1,48 düşüş, p=0,02). ST3 üzerindeki düşürücü etki hem lugol hem PTU'da ST4'de göre daha fazlaydı, ancak birbirleri arasında fark saptanmadı (ortalama % 29,3'e karşı % 21,6 düşüş).Hidatiform mol hacmini ST4, ST3, TT4 ile korele bulduk (r= 0,541, 0,421, 0,662). Çalışmamızda estradiolün serbest ve total tiroid homonlarının yanı sıra tiroglobulin ile de pozitif korele olduğunu saptadık.Sonuç olarak, hidatiform mol hastalarında tiroid hastalığının şiddeti yaşa, pariteye, HCG düzeyi ve mol büyüklüğüne göre artmaktadır. Tiroid hastalığının şiddetini tahminde tiroid heterojenitesi ve kanlanma durumunun tayini yardımcı olabilir. Tedavide lugol, PTU'ya göre daha etkin görünmekte ve iki ilaç additif etki gösterebilmektedir. Yeterli hidrasyon ve beta bloker tedavi verilen hastaların, ötiroid olmadan opere edilmesi güvenli görünmektedir.
  • specialization-in-medicine.listelement.badge
    Evaluation of Brainstem Auditory Evoked Potentials, Thyroid Function Tests and Thyroid Autoantibodies in Patients With Vitiligo
    (2011) Çeçen, İlhan; Çalka, Ömer
    Giriş: Vitiligo sık görülen iyi sınırlı, tebeşir beyazı renkte, kutanöz makül ve yamalarla karakterize, fonksiyonel melanositlerin kaybıyla giden bir depigmentasyon hastalığıdır. Etiyoloji ve patogenezi halen tam olarak bilinmemekte ancak otoimmün hipotez öne çıkmaktadır. Vitiligoda sadece deride var olan melanositlerde değil, aynı zamanda iç kulak veya göz gibi melanositlerin bulunduğu diğer organlarda da hasarın olabileceği düşünülmektedir.Amaç: Vitiligolu hastalarda BAEP (Brainstem Auditory Evoked Potentials, İşitsel Beyin Sapı Uyarılmış Potansiyelleri) testi yaparak işitme yolları ve beyin sapını değerlendirerek varsa klinik ve subklinik bozukluklarını saptamak ve tiroid fonksiyon testleri ve tiroid otoantikor düzeylerini inceleyerek etiyolojide yer alan otoimmüniteyi araştırmaktır. Ayrıca otoimmünite ile işitme bozuklukları arasında ilişki olup olmadığı incelenmektedir.Materyal ve Metod: Çalışmaya Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı Polikliniğine başvuran, vitiligo tanısı almış 40 hasta ve kontrol grubu olarak 20 sağlıklı gönüllü alındı. Serbest T3, serbest T4, tiroid stimulan hormon (TSH), tiroglobulin, antitiroglobulin (anti TG) ve antitiroid peroksidaz (anti TPO) antikor düzeylerine bakıldı ve BAEP yapılarak nöroloji uzmanı tarafından değerlendirildi. Hasta ve kontrol grubunun sonuçları karşılaştırılarak istatistiksel analizleri yapıldı.Bulgular: Vitiligo ve kontrol grubu arasında cinsiyet ve yaş arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu. Anti TPO ortalama düzeyi kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksekti. Anti TGA ortalama düzeyi hasta grubunda daha yüksek olmasına rağmen anlamlı değildi. Anti TPO ve anti-TGA pozitifliği hasta grubunda istatistiksel olarak anlamlı derecede daha yüksekti (P< 0,05). Anti-TPO ile BAEP parametrelerinden sağda üçüncü, dördüncü, beşinci dalgalar ve I-III interpik latansı (İPL) ile solda dördüncü dalga ve I-V İPL arasında istatistiksel olarak anlamlı negatif korelasyon vardı (P< 0,05). Anti-TGA ile sağda dördüncü dalga, I-III İPL ve solda ise üçüncü dalga arasında istatistiksel olarak anlamlı derecede negatif korelasyon saptandı. Anti-TPO ile anti-TGA arasında %74,6 oranında istatistiksel olarak anlamlı derecede pozitif korelasyon bulundu. Her bir BAEP parametresi gruplar arasında anormal olgu sayısı açısından karşılaştırıldığında hasta grubunda solda V ve III-V sağda IV ve V parametrelerinde istatistiksel olarak anlamlı derecede daha fazla anormallik saptandı..Sonuç: Bu çalışmada vitiligolu hastalarda otoimmün mekanizmaya işaret eden anlamlı derecede tiroid otoantikor pozitifliğini saptandı ve ayrıca bunun BAEP parametreleri ile ilişkisi değerlendirildi. İki farklı parametrenin birbirleriyle anlamlı korelasyon göstermesi ortak otoimmün mekanizmaya işaret etme olasılığı nedeniyle önemlidir. Ancak daha fazla hasta serilerinde yapılacak ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.
  • specialization-in-medicine.listelement.badge
    Evaluation of Serum Adiponectin, Tnf-Alpha and II-6 Levels in Pregnant Women With Preeclampsia, Gestational Diabetes and Normal Pregnant Women.
    (2011) Ay, Emine Gülçin; Kamacı, Mansur
    Amaç: Preeklampsi ve Gestasyonel diabet tanısı konmuş gebelerle sağlıklı gebelerin maternal serum adiponektin, tümör nekrozis faktör-alfa ve interlökin-6 düzeylerinin araştırılması ve literatür eşliğinde incelenmesi.Materyal-Metod: Ocak 2011 ile Kasım 2011 tarihleri arasında Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği'nde preeklampsi veya gestasyonel diabet tanısı konulan benzer yaş ve gebelik haftasına sahip 30 preeklamptik, 30 gestasyonel diabetli olgu ile 30 sağlıklı gebe (kontrol grubu) çalışmaya dahil edilmiştir. Preeklampsi grubu ile kontrol grubunu karşılaştırmada olguların demografik bulguları, sistolik ve diastolik kan basınçları, spot ve 24 saatlik idrarda protein atılımı, hemogram, kreatinin, karaciğer fonksiyon testleri (AST, ALT), adiponektin, tümör nekrozis faktör-alfa ve interlökin-6 düzeylerine; Gestasyonel diabetli grub ile kontrol grubunu karşılaştırmada olguların demografik bulguları, vücut kitle indeksi, açlık kan şekeri, Hemoglobin A1C, adiponektin, tümör nekrozis faktör-alfa ve interlökin-6 düzeylerine bakıldı. Ayrıca bakılan parametreler arasında bir ilişki olup olmadığı da değerlendirilmiştir.Bulgular: Preeklamptik gebe grubu ile kontrol grubu; Gestasyonel diabetli gebe grubu ile kontrol grubu arasında ortalama yaş, gravida, gebelik haftası bakımından istatistiki olarak anlamlı bir fark tespit edilmemiştir (p>0.05). Kontrol grubu ile kıyaslandığında preeklamptik gebe grubunda sistolik ve diastolik kan basınçları ile spot ve 24 saatlik idrarda protein miktarı, serum kreatinin, AST, ALT, tümör nekrozis faktör-alfa, interlökin-6 düzeyleri istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha yüksek; adiponektin ise nümerik olarak yüksek saptansa da istatistiksel açıdan anlamlı bulunmadı (p>0.05). Kontrol grubu ile kıyaslandığında gestasyonel diyabetli gebe grubunda vücut kitle indeksi, açlık kan şekeri, 50 gr tarama testi, HbA1C, tümör nekrozis faktör-alfa düzeyleri istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha yüksek saptanırken; adiponektin nümerik olarak düşük ve interlökin-6 düzeyleri ise nümerik olarak yüksek saptanmasına rağmen istatistiksel açıdan anlamlı fark bulunmadı. Preeklamptik gebeler hastalık şiddetine göre hafif ve şiddetli olarak iki alt gruba ayrıldığında; şiddetli preeklamptiklerde hafif preeklamptiklere göre adiponektin daha yüksek tespit edilmiş (p<0.05) ancak tümör nekrozis faktör-alfa ve interlökin-6 bakımından aralarında istatistiki olarak anlamlı bir fark tespit edilmemiştir (p>0.05).Sonuç: Preeklampsi hipertansiyon, proteinüri, artmış tümör nekrozis faktör-alfa ve interlökin-6 düzeyleri ile; gestasyonel diyabet obezite, hiperglisemi ve artmış tümör nekrozis faktör-alfa düzeyleri ile ilişkilidir. Preeklamptik gebelerdeki adiponektin düzeyleri ile gestasyonel diyabetli gebelerdeki adiponektin ve interlökin-6 düzeylerini araştıran daha kapsamlı çalışmalara ihtiyaç vardır.Anahtar Kelimeler: Preeklampsi, gestasyonel diabetes mellitus, adiponektin, tümör nekrozis faktör-alfa, interlökin-6.
  • specialization-in-medicine.listelement.badge
    The Relationship Between Clinicopathologic Variables and Serum Cea and Colon Specific Antigen-2 in Patients With Colon Cancer
    (2011) Çallı, İskan; Kemik, Özgür
    KOLON KANSERLİ HASTALARDA SERUM KARSİNO EMBRİYONİK ANTİJEN ve KOLON KANSER SPESİFİK ANTİJEN-2 İLE KLİNİKOPATOLOJİK DEĞİŞKENLER ARASINDAKİ İLİŞKİKolon kanser spesifik antijen-2 (CCSA-2); kolon hücre malignitelerinde yeni tanımlanan bir belirteçtir. Kolon kanser spesifik antijen-2'nin kolon kanserindeki fonksiyonu bilinmemekle birlikte gelecekte önemli bir yer tutacağı düşünülmektedir. Biyolojik ve klinikopatolojik önemini ortaya koymak amacıyla kolon kanseri tanısı almış 107 hastada ELISA (enzyme-linked immunosorbent assay) yöntemi kullanılarak serum CEA ve CCSA-2 düzeyleri çalışıldı. Serum CEA ve kolon kanser spesifik antijen-2 seviyeleri; kötü differansiyasyon gösteren tümörlerde invazyon derinliği T3 ve T4 olan, lenf nodu metastazı yapan, venöz invazyonu bulunan ve TNM evrelemesinde evre 3 ve evre 4 olan hastalarda; kontrol gurubunu oluşturan bireyler ve iyi differansiyasyon gösteren tümörlerin yeraldığı invazyon derinliğinin T1 ve T2 olduğu, lenf nodu metaztazının olmadığı ve TNM evrelemelerinde evre 1 ve evre 2 olan hasta grubuna göre, istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0.001, p<0.0001). Kolon kanser spesifik antijen-2 seviyeleri; CEA gibi kolon kanser hücrelerinin gelişmesi ve kanser metaztazı varlığı için potansiyel bir gösterge olarak kullanılabilmektedir.
  • specialization-in-medicine.listelement.badge
    The Importance of Level Ykl-40 in Gastric Cancer Patients
    (2011) İtik, Veyis; Kemik, Özgür
    Giriş: YKL-40 malign tümör hücrelerinin büyüme faktörüdür. Pek çok kanser tiplerinde artmış YKL-40 düzeyleri angiogenezis ile ve zayıf prognozis ile ilişkilidir. Ancak, YKL-40'ın ekspresiyonu mide kanserinde açıklanamamıştır.Materyal ve Metod: Bu çalışmada serum YKL-40 düzeylerini enzim bağlıimmunosorbent ölçüm yöntemi (ELISA) ile 100 mide kanserli hastada ve 75 sağlıklı bireyde ölçtük.Bulgular: Hastalarımızın serum YKL-40 düzeylerini, 140 ± 78 µ/l olarak bulduk. Sağlıklı bireylerimizin serum YKL-40 düzeylerini 25 ± 9 µ/l olarak bulduk (p<0.0001).Sonuç: Çalışmamızın sonuçlarına göre, artmış serum YKL-40 düzeyleri agresif tümör hücreleri ile ilişkilidir. YKL-40 düzeyleri, mide kanserinin önlenmesi için bağımsız bir moleküler markır olarak kullanılabilinir.
  • specialization-in-medicine.listelement.badge
    Diabetes (Type 2) With COPD (Chronic Obstructive Pulmonary Disease) Comparison of Patients With Respiratory Functions
    (2011) Bilgin, Mehmet Hakan; Sertoğullarından, Bünyamin
    Amaç: KOAH'lı hastalarda ek hastalıklar morbidite ve mortaliteyi arttırmaktadır. DM multisistemik bir hastalık olup tüm organları etkilediği gibi solunum sitemini de etkilemektedir. Çalışmamızın amacı KOAH'lı hastaların diyabetten dolayı solunum fonksiyonlarındaki değişikliklerin spirometrik olarak değerlendirilmesidir.Gereç ve Yöntem: 72 KOAH olgusu (36 erkek, 36 kadın) çalışmaya alındı. Hastalara solunum fonksiyon testi yapıldı, hastalardan arteryel kan gazı ve HbA1c için kan alındı. Sürekli değişkenler bakımından grupların karşılaştırılmasında Student T testi yapıldı. İki grup arasındaki verilerin dağılımı açısından Kolmogorov-Smirnov Z testi sonuçlarına göre değerlendirilme yapıldı. Gruplar arasındaki doğrusal ilişkileri belirlemede Pearson korelasyon testi kullanıldı.Bulgular: İki grup arasında solunum fonksiyonları ve arter kan gazı verileri değerlendirildiğinde farklılık olmasına rağmen istatiksel olarak anlamlı değildi. KOAH + DM grubunda FEV1% ve FVC%, PO2 daha düşük, PCO2 daha yüksekti. Her iki grubun cinsiyete göre dağılımını incelediğimizde erkeklerde FVC%, FEV1/FVC oranı parametrelerinde istatistiki olarak anlamlı farklar bulundu.(p<0,05).Sonuç: KOAH ve DM birlikteliği olan hastalarda arter kan gazı parametrelerinin ve solunum fonksiyon testlerinin daha fazla etkilendiği görülmüştür. Bu yönü ile daha kapsamlı çalışmalara ihtiyaç olduğu düşünülmüştür.Anahtar Sözcükler: Solunum fonksiyonları, Tip 2 DM, KOAH
  • specialization-in-medicine.listelement.badge
    Duodenal Biopsies Which Particularly in the Diagnosis of Gluten Enteropathy and Various Duodenal Pathologies and Compared About Immunhistochemical Execution
    (2011) Susem, Ebru Altındal; Bayram, İrfan
    Duodenal biyopsi, başta Gluten enteropatisi olmak üzere çeşitli duodenal patolojilerin tanısında ve tedaviye cevabın değerlendirilmesinde önemli katkısı olan temel bir inceleme yöntemidir.Bu çalışmada histokimyasal boyamaların, duodenal biyopsilerde histopatolojik bulgulara katkısını ortaya koymak amacıyla Masson Trikrom, PAS, d-PAS, PAS-AB, HID-AB boyaları kullanıldıÇalışmada, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesinde 2001-2010 yılları arasında 50 tanesi ?Gluten Enteropatisi? ve 50 tanesi ?duodenit? olmak üzere toplam 100 olguya ait örnekler değerlendirmeye alındı. On tane ?normal histolojik özellikte duodenum mukozası? ise kontrol grubu olarak tekrar değerlendirildi.PAS, d-PAS, PAS-AB, HID-AB ile gastrik metaplazi ve gruplar arasında boyanma paterni farklılığının olup olmadığı araştırıldı Çalışma gruplarımızda gastrik metaplazi tespit edilemedi. Ayrıca, iki çalışma grubunda da kontrol grubu ile aynı paternde boyanma görüldü.Masson Trikrom ile bir olguda saptanan giardiazis hariç, subepitelyal kollajende kalınlaşma ve mukozal kollajen-fibroziste artış iki grupta da saptanmadı.Mevcut bulgular ile duodenal biyopsilerde; histokimyasal boyamaların, pratikte en sık karşılaşılan duodenit ve Gluten enteropatisinde ayırıcı tanısında iyi hazırlanmış (iyi fiksasyon, iyi takip, ince kesit ve iyi boya) Hemotoksilen-Eozin (H&E) kesitlerine bir üstünlüklerinin mevcut olmadığı sonucuna varıldı.Anahtar Kelimeler: Duodenum, Histokimyasal boyama, Gluten Enteropatisi.
  • specialization-in-medicine.listelement.badge
    Discussion of Pandemic Influenza a (H1N1) Cases in Our Region
    (2011) Çıkman, Aytekin; Berktaş, Mustafa
    İnfluenza virüsleri, parçalı RNA yapısının sık genetik değişime uğraması sonucu pandemiler oluşturarak tarih boyunca önemlerini korumuşlardır. 2009 yılında CDC, domuz kaynaklı İnfluenza A (H1N1) virüsünü belirlediğini açıkladıktan sonra kısa sürede dünyanın birçok yerine yayıldığı anlaşılmış ve DSÖ İnfluenza A (H1N1) virüsü için 6. evre pandemi olduğunu açıklamıştır. Çalışmada, bölgemizde tespit edilen Pandemik İnfluenza A (H1N1) olgularının irdelenmesi amaçlanmıştır.Bölgemizdeki beş farklı hastaneye, 15 Ekim 2009 - 15 Ocak 2010 tarihleri arasında Pandemik İnfluenza A (H1N1) enfeksiyonu ön tanılı 570 hasta başvurmuştur. Hastalardan nazofaringeal/boğaz sürüntü örnekleri alınmış, Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi'ne biyogüvenlik kuralları içerinde ulaştırılarak Real-Time PCR yöntemi ile etkenin ?Pandemik İnfluenza A (H1N1)v 2009? olup olmadığı araştırılmıştır.RSHSM tarafından yapılan PCR testi ile 220 hastada Pandemik İnfluenza A (H1N1) pozitif bulunmuştur. Bu hastaların 36'sı yoğun bakım şartlarında olmak üzere 85'i hastaneye yatırılmış ve 16'sı yaşamını yitirmiştir. Pandemik İnfluenza A (H1N1) tanısı alan hastaların 109'unun 6-25 yaş aralığında olduğu görülmüştür. Bu yaş aralığında tüm hastalar tedavi edilerek şifa ile taburcu edilmiştir. Ancak yatan hastalar, yoğun bakım gereksinimi duyulanlar ve ölen hastaların en çok 26-35 yaş aralığında olduğu bulunmuştur. Yatarak tedavi gören hastalarda öksürük ve ateş en sık bulunan semptomlar olarak belirlenmiştir. Yatan hastalarda <5 yaş, kardiyovasküler hastalık, immünsupresif ilaç kullanımı ve akciğer hastalığı en sık rastlanan risk faktörleri olarak gözlenmiştir.Pandemik influenza A (H1N1) enfeksiyonu, mevsimsel gribin aksine genç erişkin ve risk faktörü olmayan hastalarda daha sık oranda görülmektedir. Genel olarak, mevsimsel gripte olduğu gibi pandemik influenzada hafif semptomlar görülmekle birlikte, özellikle altta yatan hastalığı olanlarda daha ciddi klinik tablolara ve ölümlere neden olmaktadır.
  • specialization-in-medicine.listelement.badge
    Evaluatıon of Serum Nt-Probnp, Troponin-I and Hs-Crp Levels in Children With Congenital Heart Dısease
    (2011) Ay, Metin; Üner, Abdurrahman
    Konjenital kalp hastalıkları; gelişmiş tanı ve tedavi yöntemlerine rağmen, halen doğum sonrası ilk bir yıl içerisindeki ölüm nedenleri arasında önemli yer tutan bir hastalık grubudur. Bundan dolayı bu hastaların tanı ve takibinde çeşitli prognostik faktörlere ihtiyaç duyulmuştur. Son yıllarda kardiyovasküler sistemin çeşitli patolojilerinde prognostik olarak natriüretik peptidler, kardiyak troponinler ve high sensitif C-reaktif protein (Hs-CRP) düzeylerinin ölçümüne dayalı araştırma çalışmaları giderek artmaktadır.Bu tez çalışmasında yaşları 3ay?16 yaş arasında değişen toplam 66 konjenital kalp hastası ve kontrol grubu olarak herhangi bir kronik hastalığı olmadığı bilinen 38 sağlıklı çocuk dahil edilerek serum kardiyak troponin I (cTnI), Hs-CRP ve NT-proBNP düzeyleri incelendi. Çalışmaya alınan konjenital kalp hastalıklı olgulardan 16'sı siyanotik ve 50'si asiyanotik grupta değerlendirildi. Solunum sıkıntısı, siyanoz, pulmoner hipertansiyon, kardiyomegali ve kalp yetmezliği gibi şikayet ve klinik bulguları olan hastalar semptomatik grupta (n=23), herhangi bir şikayet ve klinik bulgusu olmayan hastalar asemptomatik grupta (n=43) değerlendirildi. Sadece 3 semptomatik ve 2 asemptomatik hasta digoksin tedavisi almaktaydı. Ayrıca izole olarak VSD bulunan hastalar VSD grup, izole olarak ASD bulunan hastalar ASD grup olarak ayrıldı. Çalışma sonucundaki veriler kullanılarak siyanotik grup asiyanotik grup ile, semptomatik grup asemptomatik grup ile ve VSD grup ASD grup ile istatistiksel olarak karşılaştırıldı.Yaş ortalama olarak siyanotik grupta 3,34 ± 3,43 asiyanotik grupta 2,89 ± 3,72 kontrol grubunda 4,44 ± 2,82; semptomatik grupta 2.03 ± 3.39 asemptomatik grupta 3,51 ± 3,68; VSD grubunda 3,47±3,72 ASD grubunda 2,53 ± 3,23 bulundu. NT-proBNP ortalama olarak siyanotik grupta 1535,42 ± 2887,28 asiyanotik grupta 715,60 ± 1247,84 kontrol grubunda 45,29 ± 46,11; semptomatik grupta 2016,26 ± 2572,03 asemptomatik grupta 324,94 ± 708,57; VSD grubunda 555,41 ± 1283,05 ASD grubunda 417,60 ± 561,26 bulundu. Troponin I ortalama olarak siyanotik grupta 0,04 ± 0,12 asiyanotik grupta 0,08 ± 0,14 kontrol grubunda 0,01 ± 0,04; semptomatik grupta 0,053 ± 0,111 asemptomatik grupta 0,080 ± 0,145; VSD grubunda 0,050 ± 0,079 ASD grubunda 0,061 ± 0,076 bulundu. Hs-CRP ortalama olarak siyanotik grupta 1,017 ± 0,801 asiyanotik grupta 1,458 ± 2,357 kontrol grubunda 0,32 ± 0,43; semptomatik grupta 1,84 ± 2,43 asemptomatik grupta 1,07 ± 1,84; VSD grubunda 1,08 ± 2,14 ASD grubunda 1,03 ± 0,88 bulundu. Siyanotik, asiyanotik ve kontrol grupları arasında; semptomatik ve asemptomatik gruplar arasında; VSD ve ASD grupları arasında yaş açısından anlamlı fark bulunmadı (p>0,05). NT-proBNP sırasıyla siyanotik grupta asiyanotik ve kontrol grubuna göre, asiyanotik grupta kontrol grubuna göre, semptomatik grupta asemptomatik gruba göre, hasta grupta sağlıklı kontrollere göre anlamlı yüksek bulunurken (p<0,05) VSD ile ASD grupları arasında fark yoktu (p>0,05). Troponin I sırasıyla siyanotik grup ile asiyanotik grup, semptomatik grup ile asemptomatik grup, VSD ile ASD grupları arasında anlamlı fark yok iken (p>0,05), hasta grupta kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0,05). Hs-CRP sırasıyla siyanotik grup ile asiyanotik grup, semptomatik grup ile asemptomatik grup, VSD ile ASD grupları arasında anlamlı fark yok iken (p>0,05), hasta grupta kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0,05).Sonuçlar istatistiksel olarak değerlendirildiğinde özellikle hasta grupta sonuçlar sağlıklı kontrollere göre anlamlı yüksek bulunmuştur. Bu sonuç literatür ışığında hipoksi ile ilişkilendirilmiştir. NT-proBNP özellikle siyanotik ve semptomatik gruplarda anlamlı olarak yüksek bulunduğu için bu sonuç net olarak görülmekteyken Hs-CRP ve troponin I için daha fazla çalışma ve daha fazla hastaya ihtiyaç olduğu görülmüştür. Gelecekte KKH' nın klinik yönetiminde NT-proBNP, Hs-CRP ve troponinin mevcut stratejileri değiştirebileceği ancak bu parametrelerin tanı ve tedavi girişimleri sırasında yol gösterici olarak kullanılabilmeleri için de daha fazla çalışmaya ihtiyaç olduğu görülmektedir.Anahtar Kelimeler: Konjenital kalp hastalıkları, NT-proBNP, cTnI, Hs-CRP
  • specialization-in-medicine.listelement.badge
    The Importance of Level Ykl-40 in Esophageal Cancer Patients
    (2011) Yılmaz, Özkan; Sümer, Aziz
    Giriş: YKL-40, malign tumor hücrelerinden, nötrofillerden ve makrofajlardan salınan bir glikoproteindir. Artmış YKL-40 düzeyleri, zayıf prognoz ile ilişkilidir. Çalışmamızda, özefagus kanserli hastalarda YKL-40 düzeyleri belirlenmiştir.Materyal ve Metod: YKL-40 düzeyleri, 100 özefagus kanserli hastada ve 75 sağlıklı bireyde enzim bağlı immunosorbent ölçüm (ELISA) yöntemi ile belirlendi.Bulgular: Biz, özefagus kanserli hastada YKL-40 düzeylerini sağlıklı bireylere göre, yüksek bulduk (p<0.0001).Sonuç: Sonuçlarımız göstermiştir ki, serum YKL-40 düzeyleri özefagus kanserli hastalarda önemli bir role sahiptir.
  • specialization-in-medicine.listelement.badge
    Spectral Doppler Sonography Findins in Patients With Cerebral Venous Sinus Trombosis
    (2011) Özen, Özkan; Ünal, Özkan
    Bu çalışmanın amacı Manyetik rezonans venografi' de (MRV) sinüs ventrombozu (SVT) tesbit edilen hastalarda her iki internal jugular venin (İJV) akımvolümlerini doppler ultrasonografi (Doppler US) incelemesi ile hesaplayarak MRVbulguları ile akım volümlerini karşılaştırmkatır.
  • specialization-in-medicine.listelement.badge
    The Value of Diffusion-Weighted Magnetic Resonance Imaging in the Diagnosis of Active Sacroiliitis
    (2011) Akdeniz, Hüseyin; Avcu, Serhat
    Sakroiliit öntanısı ile DAMRG çekilen ve aktif sakroiliit tanısı konan olguların teşhis tutarlılığını STIR sekansı, klinik ve laboratuar sonuçları ile karşılaştırarak DAMRG'nin aktif sakroiliit tanısına katkısını araştırmayı amaçladık.
  • specialization-in-medicine.listelement.badge
    Relation of Nerve Fiber Layer Thickness Values Which Was Measured by Heidelberg Retina Tomography 3 and Intraocular Pressure Values Which Was Measured by Goldmann Applanation Tonometer in With Eye?s Axial Length.
    (2011) Sulhan, Abdulkadir; Yaşar, Tekin
    Amaç: Farklı aksiyel uzunluğa sahip sağlıklı gözlerde Heidelberg retina tomografisi 3 ile ölçülen retina sinir lifi tabakası kalınlığı ve Goldmann aplanasyon tonometresi ile ölçülen göz içi basıncı değerlerinin karşılaştırılması.Metodlar: Çalışmaya 150 olgunun 126'sı sağ, 143'ü sol olmak üzere 269 gözü dahil edildi. Olguların retina sinir lifi tabakası kalınlığı Heidelberg retina tomografisi 3 ile, göz içi basıncı ise Goldmann aplanasyon tonometresi ile ölçüldü. Olguların aksiyel uzunluk değerleri ? 22,5 mm, 22,5 mm - 24 mm, 24 mm - 26 mm, ?26 mm olacak şekilde 4 gruba ayrılıp, bu gruplar kendi aralarında karşılaştırıldı.Bulgular: Olguların 72'si (%48) erkek, 78'i (%52) kadın idi. Yaş ortalaması 28.19±12.78 yıl (12-73) idi. Grup 2'de retina sinir lifi tabakası kalınlığı, diğer tüm gruplardan anlamlı derecede yüksek iken (p=0.035, p=0.030, p=0.00); grup 4'te, tüm gruplardan anlamlı derecede düşük ölçüldü (p=0.00, p=0.00, p=0.00). Grup 1 ile grup 3 arasında anlamlı fark yoktu (p=0.994). Gruplar göz içi basıncı yönünden karşılaştırıldıklarında göz içi basıncı grup 2'de en düşük iken, aksiyel uzunluğun artışına paralel olarak göz içi basıncı artmaktaydı. Fark istatiksel olarak anlamlı değildi (p=0.051). Santral kornea kalınlığına göre düzeltilmiş göz içi basıncı da aksiyel uzunluğa paralel olarak artmakla birlikte gruplar arasında anlamlı fark yoktu (p=0.051, p=0.109)Sonuçlar: Çalışmamızdaki sonuçlara göre Heidelberg retina tomografisi 3 ile ölçülen retina sinir lifi tabakası kalınlığı gözün aksiyel uzunluğundan etkilenmektedir. Ayrıca göz içi basıncı da gözün aksiyel uzunluğundan etkilenmekle birlikte, elde edilen bu değerler istatiksel olarak anlamlı değildi. Bu tür tanı ve takip amaçlı cihazlar kullanılırken, gözün aksiyel uzunluğu da hesaba katılarak sonuçları değerlendirmek, daha doğru sonuçlar için yol gösterici olacaktır.
  • specialization-in-medicine.listelement.badge
    Significancy of White Punctate Lesions in the Second Part of Duodenum
    (2011) Çelik, Yılmaz; Dülger, Ahmet Cumhur
    Fakültemizin Gastroenteroloji ve Genel Cerrahi Endoskopi Ünitelerinde, endoskopi raporlarında duodenum ikinci kısımda beyaz punktat lezyonlar rapor edilmiş 100 hastayı retrospektif olarak inceledik. Çalışmaya kontrol grubu olarak dispepsi nedeni ile başvurup, fonksiyonel dispepsi tanısı alan 108 hasta alındı. Çalışma grubumuzdaki 100 hastanın 44'ü erkek, 56'sı kadındı. Çalışma grubumuzun yaş ortalaması 38.21±17.01 yaş idi. Kontrol grubumuzdaki hastaların 39'u erkek, 69'u kadındı ve yaş ortalaması 41.50±15.23 yaş idi. Her iki unite beraber değerlendirildiğinde, duodenum ikinci kısımda beyaz punktat lezyon görülme sıklığı %3.09 idi.Çalışma grubumuzdaki hastaların en sık başvuru nedeni dispepsi idi. Kontrol grubununun tama yakınında başvuru yakınması dispepsi idi. Kontrol grubunda çıkış tanısı çoğunlukla fonksiyonel dispepsi iken, beyaz punktat lezyonu olan hastalarımızda çıkış tanıları heterojendi. En sık görülen fonksiyonel dispepsi yanında, beyaz punktat lezyonlarla birlikte görülen diğer hastalıklar, çölyak hastalığı, irritabıl kolon, peptik ülser, portal hipertansiyon, giardiazis, adı konulmamış malabsorbsiyon sendromu, batın içi malignite, peritonitis karsinomatoza, mezotelyoma, bruselloz ve lenfomaydı.Çalışma grubumuzun ortalama albümini 4.44±0.57 g/dL, kontrol grubunda 4.66±0.32 g/dL idi ve çalışma grubunda anlamlı olarak düşüklük saptandı (p=0.007). Hipoalbuminemili hasta oranı çalışma grubunda 6/84 iken, kontrol grubunda 0/90 idi ve çalışma grubunda anlamlı olmak üzere daha fazla hastada hipoalbuminemi vardı (p=0.01).Total protein ortalaması çalışma grubunda, 7.24±0.70 g/dL, kontrol grubunda 7.44±0.54 g/dL idi. Çalışma grubunda total protein ortalaması anlamlı olarak düşüktü (p=0.024). D-dimer ve amilaz çalışma grubunda, kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksekti. İntestinal lenfanjiektazide beklenen diğer protein düşüklüklerinden alfa-I antitripsin,transferrin, seruloplazmin ve fibrinojende düşüklük saptanmadı. Çalışma grubunda hemoglobin ve platelet düşük, lökosit ise anlamlı olarak yüksekti.İmmünglobulin alt tiplerinden IgG çalışma grubunda anlamlı olarak düşüktü. Çalışma grubunda daha fazla hastada vitamin D eksikliği vardı. Protrombin zamanı, folat, parathormon, kolesterol, trigliserid, ürik asid, lenfosit sayısı, lenfositopeni, IgA, IgM, vitamin A ve E yönünden, çalışma grubu ile kontrol grubu arasında fark yoktu.İstatistik çalışmasının ikinci bölümünde fonksiyonel dispepsi tanısı konulan beyaz punktat lezyonlu hastalarımıızn laboratuar değerlerini, beyaz punktat lezyonu olmayanlarla karşılaştırdık. Bu karşılaştırmada, IgG dışındaki bütün parametrelerdeki fark normale dönmekteydi. IgG çalışma grubunda yine anlamlı olarak düşüktü.Çalışma grubundaki hastalarden 43'ünde çekilen bilgisayarlı tomografilerden 15 tanesinde batında sekonder lenfanjiektazi yapabilecek patolojik lenfadenopatiler saptandı.Hastalarımızda en sık patolojik tanı duodenitti. Kronik duodenitte, lamina propriadaki enflamasyona bağlı olarak lenfatik akımda yavaşlama teorisi öne sürülmektedir.Çalışmamızda, literatürde daha önce bildirilmemiş olan brusella ile beyaz punktat lezyon birlikteliğini bulduk ve yine çölyak hastalığına başka çalışmalarda bildirilenden daha yüksek sıklıkta karşılaştık.Sonuç olarak, duodenum ikinci kısımdaki beyaz punktat lezyonları her zaman masum değildir. Bu görünüme yol açan altta yatan, brusella, batın içi kanserler, peritonitis karsinomatoza, portal hipertansiyon ve çölyak hastalığı gibi hastalıklar olabilir. Bununla birlikte fonksiyonel dispepsi ile karşılaştırıldığında bu hastalıklarda ek laboratuar ve görüntüleme yöntemlerindeki bozukluklar mevcuttur. İntestinal lenfanjiektazi tanısının komponentlerinin tamamını taşıyan hastamız olmamakla birlikte, erişkinlerde intestinal lenfanjiektazinin minör bulgularla karşımıza çıkabileceğini düşünüyoruz.
  • specialization-in-medicine.listelement.badge
    In Vivo Confocal Microscopy Study of Blebs After Filtering Surgery
    (2011) Karpuzoğlu, Mustafa Nafiz; Yaşar, Tekin
    Bu çalışmanın amacı in-vivo konfokal mikroskop ile trabekülektomi sonrası filtrasyon bleblerini analiz etmek ve klinik olarak bleb fonksiyonu ile görüntüler arasındaki ilişkiyi saptamak. 12 gün ile 17 yıl öncesinde trabekülektomi cerrahisi geçirmiş 55 hastanın 67 gözü klinik olarak ve in-vivo konfokal mikroskop (Rostock Kornea Modülü/Heidelberg Retina Tomografisi) ile incelendi.Epitelyal mikrokist sayısı (p=0.002), geniş stromal kist alanı (p=0.07), kapsüllü stromal kistlerin yokluğu (p=0.001), minimal vaskülarizasyon (p=0.002) ve kıvrımlı damarların yokluğu (p=0.003) gibi in-vivo konfokal mikroskopi bulguları iyi bleb fonksiyonu ile anlamlı derecede ilişkili bulunmuştur. Hiperreflektif , yoğun bleb stroması ise bleb yetmezliği ile anlamlı derecede ilişkili bulunmuştur (p?0.001). Trabeküler paternden oluşan bleb stroması mitomisin-c uygulanan trabekülektomiler ile ilişkiliydi (p=0.001).Sonuç olarak Heidelberg Retina Tomografisi/ Rostock Kornea Modülü ile yapılan in-vivo konfokal mikroskopi iyi ve yetersiz blebler arasındaki farklılıkları belirlemek için tanısal görüntüleme sağlar. Ayrıca hücresel düzeyde filtrasyon blebi yapılarının ayrıntılarını görüntülememizi sağlayarak yara iyileşme mekanizmalarını anlamak için umut verici bir yol oluşturur.
  • specialization-in-medicine.listelement.badge
    The Interaction Between Tuberculin Response, Immunglobulin E Level and Eosinophil Count in Asthma Patients
    (2011) Çilingir, Buket Mermit; Özbay, Bülent
    Tüberkülin cevabı Th 1 aracılıklı gecikmiş tip hipersensitivite reaksiyonudur ve atopik hastalıklarda baskılandığı düşünülmektedir. Eozinofil sayısı ve total Ig E düzeyi' nin astım hastalarında artması beklenir. Çalışmamızın amacı astım hastalarında, hastalığın şiddeti ile tüberkülin cevabı, total Ig E düzeyi ve eozinofil sayısı arasında ilişki olup olmadığını araştırmaktır.Yaş ortalaması 40.71±1.67 olan 52 astım hastası (32 kadın ve 20 erkek) çalışmaya alındı. Hastalar GINA (Global Initiative for Asthma) 2006 Uzlaşı Raporu Astım Ağırlık Sınıflamasına göre intermittan, hafif persistan, orta persisitan ve ağır persistan olmak üzere dört gruba ayrıldı. Kontrol grubu çalışma grubuna benzer dermografik özelliklerde, yaş ortalaması 40,60 2,92 olan 20 sağlıklı gönüllüden oluşturuldu. Atopi hikayesi, tüberküloz hikayesi ve ailede geçirilmiş veya aktif tüberküloz varlığını içeren özgeçmiş sorgulaması yapıldı. Sağ veya sol deltoid bölgede BCG skarı olup olmadığı kaydedildi. Tüberkülin cilt testi, sol ön kolun ventral yüzüne intradermal olarak uygulandı ve endurasyon çapı 72 saat sonra değerlendirildi. Serum total IgE düzeyi ve eozinofil sayısı için her olgudan 10 cc periferal kan alındı. Hastalara SFT yapıldı, FEV1, FVC, FEV1/FVC (Tiffeneau indeksi) ve PEF parametreleri ölçüldü ve en iyi değer kaydedildi.Astım hastaları ve kontrol grubu arasında yaş, TCT endurasyon çap ortalaması, eozinofil sayısı ve tüberkülin cevap dağılımı açısından anlamlı ilişki saptanmadı (p>0.05). Astım hastalarında total Ig E düzeyi daha yüksekti ve bu yükseklik istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0.05). Eozinofil yüzdesi %10'un üstünde olan erkek hastaların oranı kadın hastalarınkinden yüksekti (p>0.05). BCG skarı varlığı göz önüne alındığnda da astım hastaları ve kontrol grubu arasında TCT endurasyon çapı ortalamaları arasında anlamlı farklılık yoktu.Astım hastaları klinik bulguları yardımı ile şiddete göre sınıflandırıldığında, dört grup arasında TCT endurasyon çapı, eozinofil sayısı, eozinofil yüzdesi, total Ig E düzeyi ve tüberkülin cevap dağılımı açısından anlamlı farklılık görülmedi. Ağır persistan astım grubundaki hastaların yaş ortalaması daha yüksek bulundu (p<0.05). BCG skarı olan hastaların yaş ortalaması daha küçüktü. BCG skarı varlığı göz önüne alındığında da TCT endurasyon çapları açısından dört grup arasında farklılık yoktu(p>0.05).Çalışmamızın sonucunda astım hastalığında hastalığın şiddeti ile tüberkülin cevabı, eozinofil sayısı ve total Ig E düzeyi arasında ilişki olmadığı sonucuna varılmıştır.
  • specialization-in-medicine.listelement.badge
    The Effects of the L-Arginine and the Nigella Sativa on the Levels of the Serum Asymmetric Dimethyl Arginine and the Nitric Oxide in Whole Body Irradiated Rats
    (2011) Palabıyık, Zehra Akpınar; İzmirli, Mustafa
    AMAÇ: Bu çalışmada tüm vücut ışınlaması yapılan sıçanlarda serum Asimetrik dimetil arginin (ADMA) ve Nitrik oksit (NO) seviyeleri üzerine L-Arginin (LA) ve Nigella sativa (NS)'nın etkilerinin araştırılması amaçlanmıştır.GEREÇ VE YÖNTEM: Bu çalışmada Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sağlık Araştırma ve Uygulama Merkezi Deneysel Araştırmalar Birimi'nden temin edilen 60 adet dişi Wistar Albino ırkı sıçan kullanılmıştır. Tüm vücut ışınlaması (TVI) Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyasyon Onkoloji Anabilim Dalı Kliniğinde Kobalt-60 (Co60) Theratron 1000E teleterapi cihazıyla SAD yöntemiyle yarı kalınlığa doz hesaplaması yapılarak tek fraksiyonda toplam 6 Gy dozunda ön-arka tüm vücut ?-ışınlaması şeklinde uygulanmıştır. Sıçanlar; fantom ışınlama ve intraperitoneal (ip) 2.5 ml/kg % 0,9 NaCl solüsyonu uygulanan `kontrol grubu', TVI ve i.p 2.5 ml/kg % 0,9 NaCl solüsyonu uygulanan `TVI grubu', i.p 2.5 ml/kg NS sabit yağı uygulanan `NS grubu', TVI ve 2.5 ml/kg NS sabit yağı uygulanan `TVI ve NS grubu', Oral yolla 10 mg/kg LA uygulanan `LA grubu' ve TVI ve oral yolla 10 mg/kg LA uygulanan `TVI ve LA grubu' olmak üzere toplam 6 gruba ayrılmıştır. NS sabit yağı ve LA uygulamaları aynı gün içinde TVI'dan 2 saat önce yapılmıştır. Sıçanlar TVI'dan 2 saat sonra anestezi altında sakrifiye edilerek intrakardiak yolla alınan serum örneklerinde biyokimyasal olarak ADMA ve NO düzeyleri belirlendi ve gruplar arasındaki fark istatistiksel olarak değerlendirildi.BULGULAR: TVI ile NO ve ADMA düzeylerinde kontrol grubuna göre istatistiksel anlamlı olarak artış tespit edildi (p<0.05). TVI'dan 2 saat önce ip NS sabit yağı uygulanması ile TVI grubuna göre NO düzeylerinde istatistiksel olarak anlamlılığa ulaşmayan (p>0.05) ancak ADMA düzeylerinde istatistiksel anlamlı olarak (p<0.05) azalma tespit edildi. TVI'dan 2 saat önce oral yolla LA uygulanması ile TVI grubuna göre NO düzeylerinde istatistiksel olarak anlamlılığa ulaşmayan (p>0.05) ancak ADMA düzeylerinde istatistiksel anlamlı olarak (p<0.05) azalma tespit edilmiştir. ADMA ve NO düzeyleri arasında korelasyon sadece NS+TVI grubunda tespit edilmiştir (p<0.05).SONUÇLAR: TVI öncesinde NS ve LA uygulanması ile ADMA ve NO düzeylerinde azalma olması nedeniyle NS ve LA'nın iyonize radyasyonun oksidatif etkilerine karşı umut verici doğal bir radyoprotektif ajan olduğu düşünülebilir. Sonuç olarak NO ve ADMA'nın önemli birer hedef molekül olabileceği, NS ve LA'nın da önemli birer substrat olabileceği ve tedavi etkinliğini azaltmadan ışınlamanın erken ve geç yan etkilerini azaltabileceği ümit edilmektedir.Anahtar sözcükler: ADMA, NO, Tüm Vücut Işınlaması, N. Sativa, L-Arginin, Sıçan
  • specialization-in-medicine.listelement.badge
    The Effect of Childhood Obesity on Cardiac Functions
    (2011) Epçaçan, Zerrin Karakuş; Üner, Abdurrahman
    Obezite, vücut yağ dokusunun aşırı artışı olarak tanımlanan, genetik, çevresel, metabolik ve hormonal faktörlerle oluşan, sosyal, psikolojik ve medikal komplikasyonları olabilen önemli metabolik bir bozukluktur. Çocukluk döneminde obezite gelişimi, ileriki yaşamda kardiyovasküler risk için önde gelen belirleyicidir.Bu çalışmanın amacı; obez çocuklarda kardiyak fonksiyonların, konvansiyonel ekokardiyografi, elektrokardiyografi ve treadmill testi ile değerlendirilmesidir.Çalışmaya 8-17 yaşlar arasında otuz obez hasta ve kontrol grubu olarak ta obez olmayan otuz hasta alındı. Tüm çocukların antropometrik ölçümleri alındı. Tüm çocuklara elektrokardiyografi, ekokardiyografi ve egzersiz testleri yapıldı. Elektrokardiyografik incelemede obez hastalarda P dalgası dispersiyonunun arttığı görüldü. Ekokardiyografik incelemede obez hastalarda sol ventrikül diyastol sonu çapı, sol ventrikül sistol sonu çapı, sol ventrikül arka duvar kalınlığı ve interventriküler septum çapının arttığı gözlendi. Egzersiz testinde ise efor kapasitesinin obez hastalarda belirgin şekilde azaldığı, bu hastalarda egzersize hemodinamik yanıtın bozulduğu görüldü.Obez çocuklarda kalpte yapısal ve fonksiyonel değişiklikler meydana gelebilmekte ve bu durum önemli kardiyovasküler riskler barındırmaktadır. Obezitenin erken dönemlerinde dahi elektrokardiyografide P dalgası dispersiyonu, ekokardiyografide sol ventrikül sistol ve diyastol sonu çapları, arka duvar kalınlığı, egzersiz testi ile hemodinamik ve elektrokardiyografik değişiklikler ve efor kapasitesi incelemeleri kardiyak disfonksiyon ve potansiyel aritmilerin saptanabilmesi için kullanılabilir. Kronik bir hastalık olan obezitenin özellikle çocukluk döneminde erkenden tanınması ve gerekli önlemlerin alınarak tedaviye başlanması, hem çocukluk döneminde hem de erişkin dönemde oluşabilecek komplikasyonların önlenmesi açısından önemlidir.
  • specialization-in-medicine.listelement.badge
    Comparison of Pulse Oxymeter and Cerebral Oxymeter Values in Healthy Newborns at First Five Minutes After Birth
    (2011) Taşkın, Gökmen Alpaslan; Kırımi, Ercan
    Giriş ve Amaç: Son senelerde doğumhanede oksijen kullanımı ile ilgili pratik yaklaşımlar tartışılmaya başlanmıştır. Doğumdan hemen sonra, kısa süre de olsa saf oksijene (%100) maruz kalmanın serbest oksijen radikal hasarı yarattığı, kısa ve uzun dönemde önemli yan etkilere yol açtığı [prematüre retinopatisi (ROP), bronkopulmoner displazi (BPD), intraventriküler hemoraji (İVH), nekrotizan enterokolit (NEK)] ve çocukluk çağı lösemi ile mortalite sıklığını artırdığı bildirilmektedir. Resusitasyonda kullanılan uygun oksijen konsantrasyonunun düzeyi ile ilgili araştırmalar sürerken, resusitasyon ihtiyacı olmayan yenidoğanları çabuk bir şekilde pembe yapmak için yüksek konsantrasyonda oksijen verilmesi halen çok değişmemiştir. Yenidoğanlar yaşamın ilk dakikalarında düşük (<%85) oksijen saturasyonu ile doğarlar ve oksijen saturasyon değerleri dakikalar içinde erişkin düzeyine çıkar. Bu çalışmada, komplikasyonsuz vajinal doğum ile doğan sağlıklı term bebeklerde, yaşamın ilk beş dakikasında preduktal arteryel oksijen saturasyonu (SpO2), kalp tepe atımı (KTA) ve serebral oksijen saturasyonu (SbO2) değerlerinin karşılaştırılması ve doğumhanede nabız oksimetre (NO) ve serebral oksimetre (SO) kullanma pratiğinin denenmesi amaçlandı.Gereç ve Yöntem: Bu çalışma Ekim 2010 ile Şubat 2011 tarihleri arasında Yüzüncü Yıl Üniversitesi Araştırma ve Uygulama Hastanesi, Kadın Hastalıkları ve Doğum Servisi doğumhanesinde yapıldı. Normal spontan vajinal yol ile komplikasyonsuz doğan sağlıklı 100 term yenidoğan bebeğin ilk 5 dakika içerisinde nabız ve serebral oksimetre, KTA kayıtları ile kordon kan gazı analizleri yapıldı. Serebral oksijen saturasyonu ölçmek için Somanetics 5100C (Invos oximeter serebral/somatic Troy, MI, USA) SO cihazı kullanıldı. Bebeklere gerekli rutin ilk müdahaleler yapıldıktan ve radyant ısıtıcı altına koyulduktan sonra bu cihazın özel bir şekilde üretilmiş kendinden yapışkanlı neonatal sensörü deneğin orta alın kısmına takıldı. SpO2 bilgileri bir NO (Novametrix 515A) cihazı tarafından yapışkanlı probu sağ el bileğine takılarak elde edildi. Kordon kan gazı analizleri de çalışma yapılan hastanenin biyokimya laboratuarında ABL-5 adlı cihaz kullanılarak yapıldı. Ölçümler esnasında oksijen ihtiyacı olan bebekler çalışmaya alınmadı.Bulgular: Tüm olgular toplandıktan sonra normal spontan vajinal yol (NSVY) ile doğan 100 bebeğe ait veriler analiz edildi. Yaşamın ilk dakikasında, bebeklerin % 95'inden uygun veri elde edildi. Vakaların % 47'si erkek, % 53'ü kızdı. Ortalama gestasyon yaşı 40.4±1.5 hafta, doğum ağrılığı 3199±373 g, anne yaşı 28.0±6.9 yıl ve gebelik sayısı 3.7±2.6 idi. Postnatal ilk dakikadaki ortalama SpO2 değeri % 83.0±4.4 (74-94) iken bu ölçümler giderek yükselerek 5. dakikada % 92.9±3.5 (85-98)'e kadar ulaştı. SpO2 değerleri 4. ile 5. dakika değerleri dışında birbiri ile istatistiksel olarak anlamlı yüksek bulundu (P<0.05). SbO2 ölçümlerinde ise yaşamın ilk dakikasında, bebeklerin % 100'nden uygun veri elde edildi. Postnatal ilk dakikadaki ortalama SpO2 değeri % 48.9±9.9 (32-74) iken bu ölçümler SpO2'deki gibi giderek yükselerek 5.dakikada % 69.9±9.5 (46-89) ulaştı. SpO2 değerleri 3. ile 4. dakika ve 4. ile 5. dakika değerleri dışında birbiri ile istatistiksel olarak anlamlı yüksek bulundu (P<0.05). İlk dakika içindeki ortalama KTA değeri; 144.9±13.7(100-187)/dk iken yine yükselerek 5.dakikada 159.6±9.1(134-179)/dk'ya kadar ulaştı. 2. ile 3. dakika, 3 ile 4 ve 5. dakika ve 4. ile 5. dakika değerleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yokken diğer değerler istatistiksel olarak anlamlı farklı bulundu (P<0.05). Doğum odasında solunum sıkıntısı geliştiren veya herhangi bir komplikasyonu olan bebekler çalışmaya alınmadı.Tartışma: Sağlıklı yenidoğanlar, postnatal adaptasyon döneminde düşük oksijen saturasyonu sergileyebilirler. Vaginal doğumlarda SpO2 postnatal 4. dakikaya kadar düşük (<%85) ölçülebilir. Bu durum doğum odasında, oksijen tedavisi uygulanmasında seçilecek hedef değeri belirlerken, göz önünde tutulmalıdır. Çalışmamızda SpO2, SbO2 ve KTA ölçümleri de birbiri ile postnatal 3. dakikaya kadar ilişkili bulundu. Çalışmamızın değerlerinin yapılan diğer çalışmalardaki değerlerden yüksek olmasını term ve komplikasyonsuz normal yol ile doğan bebeklerin alınması ile ilgili olabileceğini düşündük. SO, SpO2'daki düşüşü geriye çevirmede acil tedavinin önemi göz önüne alındığında, serebral oksijen desaturasyonun erken uyarımı, asfiktik ve prematür yenidoğanların klinik yönetiminde yardımcı olabilir gibi görünmektedir.Sonuç ve Öneriler: SO doğumhanede NO'yi tamamlayıcıdır ve rutin olarak kullanılabilir. Çalışmamızla da görülmüştür ki yenidoğan bebeklerde doğumhanede SO kullanımı ile daha çabuk ve doğru derecede oksijen ihtiyacı tespit edilebilir ve böylece de gereksiz oksijen kullanımı ve olası risklerinden kaçınılabilir.
  • specialization-in-medicine.listelement.badge
    The Comparisation of Preoperatif and Postoperatif Parameters of Patients Who Underwent Surgery for Primary Hyperparathroidism; the Effects of Preoperatif Parameters on Postoperatif Course
    (2011) Hasırcı, İsmail; Kotan, M. Çetin
    Primer hiperparatiroidi, bir veya birden fazla bezden aşırı ve kontrolsüz paratiroid hormon sekresyonu sonrası ortaya çıkan sık görülen bir endokrin hastalıktır. Ortaya çıkan hiperkalsemi hastalığın ana biyokimyasal bulgusudur.AMAÇ: Çalışmamızda, primer hiperparatiroidide görüntüleme yöntemlerinin başarısı, preoperatif bulguların postoperatif bulgulara etkisi, postoperatif hipokalsemi yapan nedenleri ve D vitamini düzeyinin hipokalsemi gelişme riski üzerine etkisi araştırıldı.MATERYAL VE METOD: Bu çalışma Ocak 2008 ? Aralık 2010 tarihleri arasında tanısıyla Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Servisi'ne yatırılarak tetkik ve tedavi edilen 50 olgunun verilerinin prospektif olarak incelenmesiyle yapıldı. Hastaların yaş, cins, şikayetleri, ameliyat öncesi ve sonrası laboratuar bulguları incelendi. Görüntüleme yöntemlerinin etkinliği ve ameliyat bulguları, patolojik piyeslerin inceleme sonuçları değerlendirildi.BULGULAR: Hastaneye başvuru şikayetleri arasında ilk sırada 40 hastada (% 80) kas iskelet sistemi ağrıları mevcuttu. Ameliyat öncesi bakılan Parathormon ile serum kalsiyum değerleri ameliyat sonrası dönemde istatiksel olarak anlamlı düştü. 35 (% 70) hastaya tek taraflı boyun eksplorasyonu, diğer 15 (%30) hastaya ise iki taraflı boyun eksplorasyonu yapıldı. 2 (% 4) hastada adenom atipik yerleşimliydi (retroözofagial, ön mediasten). 2 (% 4) hastada double adenom mevcuttu. USG bulguları ile operasyon bulgularının 50 hastadan 39 (% 72)'da uyumlu olduğu saptandı. 6 (% 12) hastada paratiroid hiperplazisi, 44 (% 88) hastada ise paratiroid adenomu mevcuttu. D vitamini düzeyi 20'nin altında olan 22 hastadan, 20'sinde adenom, 2'sinde hiperplazi; D vitamini düzeyi 20'nin üzerinde olan 7 hastadan, 6'sında adenom, 1'inde hiperplazi mevcuttu.SONUÇ: Hasta grubumuzun PTH düzeyleri ve paratiroid ağırlıkları orta-ağır hiperparatiroidiye işaret etmektedir. Ultrasonografi yüksek tanısal değere sahip olmakla birlikte atipik yerleşimli, multipl lezyonlarda yanlış lokalizasyona sebeb olabilmektedir. Cerrahi eksplorasyon arttıkça postop hipokalsemi riski artmaktadır. Primer hiperparatiroidinin tanı ve tedavisinin başarılı olabilmesi için, multidisipliner yaklaşım gereklidir.