Tıpta Uzmanlık Tezleri
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/20.500.14720/13
Browse
Browsing Tıpta Uzmanlık Tezleri by Title
Now showing 1 - 20 of 757
- Results Per Page
- Sort Options
specialization-in-medicine.listelement.badge Accessing of Common Carotid and Vertebral Arteries at Normal Position and Right-Left Rotation in Ankylosan Spondylitis by Doppler Ultrasonography,matching the Results With Normal Population(2014) Orak, Suat; Bora, AydınAmaç: Ankilozan Spondilit hastalarında karotis ve vertebral arter kan volumlerinin doppler USG ile normal populasyonla kıyaslanması. Metod: Ateroskleroz veya servikal arteryel fizyoloji değişikliğine yol açabilecek komorbid durumları olan hastalar ekarte edildi. 50 AS(ankilozan spondilit) li hasta ve 50 sağlıklı insan çalışmaya dahil edildi. Tüm hastalar ve kontrol grubunun nötr-sağ rotasyon-sol rotasyon pozisyonlarında 7,5Mhz lineer prob ile karotis-vertebral arter doppler incelemeleri, intimomedial kalınlık ölçümleri yapıldı. Bulgular: Sağ rotasyon pozisyonunda sağ vertebral arter ve total vertebral arter volümü, sol rotasyon pozisyonunda sol vertebral arter ve total vertebral arter volümünün, AS hastalarında, normal populasyona göre istatistiksel olarak anlamlı şekilde azalmış olduğu tesbit edildi Ayrıca karotis intimomedial kalınlığı, AS hastalarında, normal populasyona göre yüksek çıktı. (p<0,01). Sonuç: AS hastalarında kardiovasküler tutulum nadirdir. Biz çalışmamızda AS hastalarında sağ ve sol rotasyon pozisyonlarında vertebral arter akım volümlerinin (posterior dolaşım), rotasyon tarafında, sağlıklı popülasyona göre azalmış olduğunu tesbit ettik. Karotis volümlerinde ise (anterior dolaşım) anlamlı farklılık tesbit etmedik. Posterior dolaşımda volüm azalmasını AS hastalarında yaygın bir şekilde görülen vertebral sindesmofit ve entezopati gibi durumların vertebral artere bası yapmasına bağladık.Anterior dolaşımın etkilenmemesini ise hemodinamik dengeyi sağlayan otoregülasyon mekanizmaların anterior dolaşımı daha fazla koruyarak defisitleri önlemesine yorumladık.Ayrıca AS hastalarında ,sağlıklı bireylere göre karotis intimomedial kalınlıkta anlamlı derecede artış tesbit ettik.specialization-in-medicine.listelement.badge Acetylsalicylic Acid Resistance Incidence and Possible Causes in Patients With Type II Diabetes Mellitus(2010) Taşdemir, Eyyüp; Demir, CengizGiriş: Tip 2 diyabet hastalarında tüm ölüm nedenlerinin %70 inin Kardiyovasküler komplikasyonlar ve tromboembolik olaylar olduğu kabul edilmektedir. Diyabetik hastaların trombositleri aspirine daha az duyarlıdır. Biz bu çalışmada antitrombotik tedavi amacıyla aspirin kullanan tip 2 diyabetli hastalarda mevcut aspirin drencinin sıklığını araştırmayı ve olası nedenlerini ortaya koymayı amaçladık.Materyal-Metod: Çalışmaya aspirin tedavisi kullanan 98'i diyabetik ve 39'u non-diyabetikti toplam 137 hasta dâhil edildi. Hastaların kollojen ADP ve kollojen epinefrin düzeylerine PFA?100® trombosit işlev inceleyicisi yöntemi ile bakıldı. Kollojen epinefrin düzeyine göre de cevaplı (kollojen epinefrin>300sn), yarı cevaplı (kollojen epinefrin 150-300sn) ve cevapsız (kollojen epinefrin <150sn) olarak gruplandırıldı. Hematolojik ve biyokimyasal parametreler aspirin direncine göre karşılaştırıldı.Bulgular: Diyabetik hastaların 32(%34,4)'si, non-diyabetik hastaların 14(%35,8)'ünde direnç vardı. Aspirine dirençlilerde HbA1c daha yüksekti (p=0,028). RDW ise aspirine cevaplı hastalarda daha yüksekti (p=0,045). BMI aspirin direnci varlığında daha yüksek bulunurken (p=0,021), kollojen epinefrin oranları serum kolesterol düzeyleri ile negatif korele (p<0,05). Digoksin kullanmayan hastaların ASA ya tam cevap oranı istatistiksel açıdan daha fazlaydı (p=0,049). Glukoz MPV ile pozitif korele bulundu (p<0,001).Sonuç: Diyabetik hastalarda HbA1c ile aspirin direnci arasında pozitif bir korelasyon bulunması sekonder koruma amaçlı aspirin kullanan tip 2 diyabetik hastalarda kan şekeri regülasyonunun önemini göstermektedir. Ayrıca hiperlipidemi ve obezite aspirin direnci nedenleri arasında ön plana çıkmaktadır.specialization-in-medicine.listelement.badge Activity of Interferon Alfa 2b+ Lamivudine Combination Therapy in Chronic Hepatitis B Patients(2008) Kırıkçı, Aziz Dursun; Akdeniz, HayrettinKırıkçı A.D, Kronik hepatit B hastalarında interferon alfa 2b+ lamivudin kombinasyon tedavisinin etkinliği, Y.Y.Ü. Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları ve KlinikMikrobiyoloji, Uzmanlık Tezi, VAN, 2008Bu çalışmada, kronik hepatit B infeksiyonu tedavisinde, interferon alfa-2b ile nukleozid/nükleotid analoğu olan lamivudin kombinasyon tedavisinin etkinliği retrospektif olarak araştırılmıştır.Çalışma grubu serolojik ve histolojik olarak kronik hepatit B infeksiyonu tanısı konulan 7'si kadın 17'si erkek 24 hastadan oluşmaktaydı. Hastaların 13'ü HBeAg pozitif, 11'i anti-HBe pozitif kronik hepatit B hastasıydı.Hastalara 6 ay, haftada 3 kez 10 milyon ünite interferon alfa 2b ve oniki ay 100 mg/gün lamivudin verilmişti.Tedavi sonunda HBe Ag pozitif hastaların 5'inde serokonversiyon gelişirken, 1 hastada HBsAg/anti-HBs serokonversiyonu oluştu. Tedavi sonunda tüm hastaların ALT düzeylerinde istatiksel olarak anlamlı düzeylerde normalizasyon saptanmıştır. Anti HBe pozitif hastalarda tedavi sonrası HBV-DNA negatifleşmesini % 54,5, ALT normalizasyonunu ise % 72.7 olarak tespit ettik.Tedavi süresince hiçbir hastada tedaviyi yarıda bıraktıracak ya da doz azaltımı gerektirecek düzeyde yan etki oluşmadı. Bu yönüyle kombinasyon tedavisinin güvenli ve tolere edilebilen bir tedavi şekli olduğu sonucuna varılmıştır.Sonuç olarak uyguladığımız interferon alfa-2b ile lamivudin kombinasyon tedavisinin güvenli ve tolere edilebilir olduğu, ancak etkinlik açısından yeterli olmadığı görülmektedir. Bu nedenle interferonun başka nükleozid/nukleotid analogları ile yapılacak kombinasyon tedavileri araştırılmalıdır.specialization-in-medicine-thesis.listelement.badge Acute Hepatitis Due To Brucellosis: 13 Years of Experience(2020) Arslan, Yusuf; Baran, Ali İrfanBruselloz neredeyse her organ sistemini tutabilen zoonotik bir enfeksiyondur. Karaciğer (KC) tutulan organların başında gelmektedir. KC tutulumu genellikle hafif derecede aminotransferaz yükseklikleri ile kendini göstermekledir. KC fonksiyonu ise sıklıkla normaldir ve klinik hepatit gelişimi nadirdir. Bu çalışma ile 13 yıl boyunca yatırılarak takip edilen bruselloza bağlı akut hepatit kliniği olan olgular değerlendirmiş, kliniğimizin takip ve tedavi deneyimi sunulmuştur. Materyal ve Metod: Bu çalışmaya Ocak 2008 ile Haziran 2020 tarihleri arasında Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji servisinde yatan ve yaşı 18'den büyük bruselloz hepatit tanılı hastalar dahil edilmiştir. Çalışmada 61'i erkek, 42'si erkek olmak üzere 103 erişkin hasta retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Bruselloz tanısı için klinik şüphe varlığında; bruselloz standart tüp agglütinasyon (STA) titresinin 1/160 ve üzerinde olması ve/veya kan ve doku kültürlerinde Brucella spp. üremesi ve/veya bruselloz polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) testinin pozitif olması kriterlerinden en az birinin olması baz alındı. Hepatit varlığı için aminotransferazların normal üst sınırının (NÜS) ≥ 5 katı olması ve/veya total bilirubin seviyesinin ≥2 mg/dl olması ve/veya lokal hepatik lezyonun gösterilmiş olarak kabul edildi. Hepatik tutulum tipi laboratuvar ve radyolojik bulgularına göre yapıldı. Laboratuvara göre ayırımda klinik hepatit için alanin aminotransferaz (ALT) ve/veya aspartat aminotransferaz (AST) ≥ 5 kat NÜS olması, kolestaz (kolestatik hepatit) için alkalen fosfataz (ALP) ≥ 3 kat NÜS ve/veya gama glutamil transferaz (GGT)≥1,5 kat NÜS ve/veya total bilirubin≥2 mg/dl olması baz alındı. Radyolojik ayırımda ultrasonografi (USG) bulgularına göre; granülomatöz hepatit: USG ile KC'de granülomatöz lezyonları bulunması ve diffüz hepatit: USG'de granülomatöz lezyonun bulunmaması şeklinde belirlendi. Bulgular: Biyokimyasal laboratuvar düzeylerine göre olguların %35,9'unda klinik hepatit, %17,5'inde kolestatik hepatit ve %46,6'sında bu iki durumun birlikteliği vardı. Radyolojik değerlendirmede tüm olguların %88,3'üne USG yapılmış olup bunların %5,5'inde granülomatöz hepatit saptandı. Olguların 91'ine (%88,3) batın USG yapılmış olup 24'ünde (%26,4) USG'de herhangi bir bulgu yoktu. 46 olguda (%50,5) hepatosplenomegali (HSM), 15 olguda (%16,5) hepatomegali (HM), 5 olguda (%5,5) ise splenomegali (SM) saptandı. Olguların %83,5'i akut, %14,6'sı subakut ve %1,9'u kronik bruselloza sahipti. Olguların en sık yakınmaları ateş (%85,4), terleme (%84,5), halsizlik (%84,5), iştahsızlık (%79,6) ve kas eklem ağrıları (%72,8) idi. Hemogram incelemelerinde olguların 10'unda (%9,7) lökositoz, 47'sinde (%45,6) lökopeni, 57'sinde (%55,3) anemi, 55'inde (%53,4) trombositopeni ve 35'inde (%34,0) pansitopeni görüldü. En sık kullanılan tedavi rejimi bir aminoglikozidin (AG) doksisiklin (DOX) ve rifampisin (RIF) ile üçlü kombinasyonuydu. Sonuç: Çalışmamız hepatit varlığında dahi tedavi ile klinik yanıtın ve laboratuvarda düzelmenin yüksek oranlarda olduğu gösterildi. Çalışmamızda hastaneye yatış süresine etki eden bir parametre saptanmadı fakat ALT, AST ve total bilirubin değerlerinde düzelmenin kan kültüründe pozitifliğinde, sekonder organ tutulumu varlığında ve ALT/AST>1 olması durumunda daha geç olduğu gözlendi. Verdiğimiz tedavi rejimlerin bu süre üzerine bir etkisi bulunmadı. Literatürde tedavide AG'li rejimlerin seçilmesi durumunda daha hızlı düzelme sağladığını bildiren retrospektif çalışmalar olsa da daha büyük hasta gruplarında yapılacak prospektif çalışmalara ihtiyaç vardır.specialization-in-medicine.listelement.badge Adenosine Deaminase, Catalase and Carbonic Anhydrase Enzyme Activities in Patients With Kidney Cancer(2013) Kaya, Tacettin Yekta; Pirinççi, NecipAmaç: Böbrek kanserli hastalarda adenozin deaminaz, katalaz ve karbonik anhidraz enzimlerinin serumdan analizi ile böbrek tümörlerinin tanısında belirteç olabileceği ve böbrek tümörlerinin erken tanısında yol gösterebileceğine dikkatleri çekmek. Yöntem ve Gereç: Bu çalışmada renal hücreli karsinom (RHK) nedeniyle 2012 ve 2013 tarihlerinde kliniğimizde cerrahi girişim yapılan 33 hastanın ve başka herhangi bir hastalığı olmayan kontrol grubundan 31 kişiden alınan kan örneklerinin serumu ayrıştırılıp -20 derecede saklanmıştır. Takiben bu serum örneklerinden; adenozin deaminaz Giusti spektrofotometrik yöntemiyle, katalaz H2O2 substratı kullanılarak, karbonik anhidraz ise C02 hidrasyonu ile tespit edilmiş ve verileri incelenmiştir. Bulgular: Kontrol grubunda eritrosit katalaz aktivite düzeyleri ortalama 25,4881 U / L (n:31) olarak bulunurken, kanserli hastalarda eritrosit katalaz aktivite düzeyleri ortalama 11,4701 U / L (n:33) olarak saptanmıştır. Kanserli hastalarda eritrosit katalaz aktivite düzeyleri kontrollere oranla düşük çıkarak çalışmamızda aralarında istatistiksel olarak anlamlı farklılık gösterdi (p <0.001). Yine Kontrol grubunda eritrosit ADA(adenozin deaminaz) düzeyleri 7,165 U / L (n:31) olarak bulunurken, kanserli hastalarda eritrosit ADA düzeyleri 25,455 U / L (n:33) olarak saptanmıştır. Kanserli hastalarda eritrosit ADA düzeyleri kontrollere oranla yüksek çıkarak çalışmamızda aralarında istatistiksel olarak anlamlı farklılık gösterdi (p <0.001). Yine Kontrol grubunda eritrosit KAH(karbonik anhidraz) düzeyleri 0,1625 U / L (n:31) olarak bulunurken, kanserli hastalarda eritrosit KAH düzeyleri 0,8368 U / L (n:33) olarak saptanmıştır. Kanserli hastalarda eritrosit KAH düzeyleri kontrollere oranla yüksek çıkarak çalışmamızda aralarında istatistiksel olarak anlamlı farklılık gösterdi ( p <0.001) Sonuç: Çalıştığımız paremetrelerin BHK erken tanısında yol gösterici ve yardımcı testler olması yanında hastaların operasyon öncesi ve sonrası tedavilerinin planlanmasında ve takip protokolünün oluşturulmasında çok merkezli çalışmalara ihtiyaç olduğu düşüncesindeyiz.specialization-in-medicine.listelement.badge Adrenomedullin and Calcitonin Gene-Related Peptide Levels in Preeclamptic and Normal Pregnants and the Relationship Between Doppler Parameters and Severity of the Disease With These Levels(2011) Erol, Şerafettin; Adalı, ErtanPreeklampsi, kural olarak 20. gebelik haftasından sonra ortaya çıkan, daha çok primigravid gebelerde izlenen, geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerde daha sık görülen, maternal-fetal mortalite ve morbiditenin en önde gelen nedenlerinden olan bir multisistem hastalık olup patogenezi net bilinmemektedir. Hastalığın gebeliğin hangi evresinde başladığı ve gidişi feto-maternal morbidite ile yakından ilişkilidir. Hastalık sürecini başlatan ve dolayısıyla patolojiyi ortadan kaldıracak ya da bozulmuş olan dengeyi yerine koyacak uygun tedavi bilinmediğinden geçmiş tecrübelere dayanarak antikonvulsif ve antihipertansif tedavi, anne ve bebek hayatının tehlikeye girdiği durumlarda ise doğum, hastalığın tanımlanmasından günümüze kadar uygulanan standart tedavi olmuştur. Tüm bu nedenlerle gebeliği preeklampsi ile komplike olacak gebeleri önceden tanıyabilmek için bazı belirteçler bulunmaya çalışılmış, günümüze kadar yapılmış olan birçok araştırmaya rağmen halen hastalığın gelişimini öngörebilecek yüksek sensitivite ve spesifiteye sahip belirteçler tespit edilememiştir. Preeklampsi, patogenezi halen tam olarak anlaşılamamış olmakla birlikte, plasental mikrodolaşımdaki değişikliklerle ilişkili olduğu düşünülmektedir. Maternal spiral arterlerin yetersiz trofoblastik invazyonu, düşük dirençli uteroplasental dolaşım gelişiminde başarısızlık oluşturarak yetersiz plasentasyona neden olmaktadır. Ayrıca preeklampsinin patogenezinde ve klinik tablonun oluşumunda yaygın vazokonstrüksiyona bağlı olarak gelişen artmış sistemik vasküler direncin de rol oynadığı bilinmektedir. Oluşmuş olan bu sistemik vazokonstrüksiyona karşı direnen sistemik vazodilatörlerde mevcuttur. Adrenomedullin (ADM) ve Kalsitonin Gen İlişkili Peptid (CGRP) aynı aileden olan güçlü birer vazodilatatörlerdir. Bu iki maddenin dolaşımdaki seviyeleri preeklampsinin patogenezinde rol oynayabilir. Preeklampsi gelişen gebelerde çeşitli fetal olumsuzluklar ortaya çıkmaktadır. Bu olumsuzlukları belirlemenin yollarından biri de fetal doppler parametrelerinin incelenmesidir. Doppler bozuklukları, bazı maternal vazodilatatör seviyeleriyle ilşkileri olabilir.Bu çalışmadaki amacımız, hafif ve şiddetli preeklampsi ile komplike olmuş gebeler ve normal gebeler arasındaki bu maddelerin konsantrasyonlarını klinik bulgular ve perinatal sonuçlar eşliğinde karşılaştırmak ve preeklampsili hastalarda umbilikal arter patolojik Doppler bulguları ile bu maddelerin seviyeleri arasındaki ilişkiyi araştırmaktırAnahtar kelimeler: Preeklampsi, Adrenomedullin, Kalsitonin Gen-ilişkili Peptid, Dopplerspecialization-in-medicine.listelement.badge Adult Forearm Fractures Surgical Treatment Results(2014) Önder, Haci; Gökalp, Mehmet AtaAmaç: Cerrahi olarak tedavi ettiğimiz yetişkin önkol kırıklarının radyolojik ve klinik sonuçları retrospektif olarak değerlendirildi. Hastalar ve yöntem: Yüzüncü Yıl Üniversitesi Dursun Odabaş Tıp Merkezi Ortopedi ve Travmatoloji kliniğine ocak 2009 ile ekim 2014 tarihleri arasında tedavi edilmiş ve en az 16 hafta takibi olan 60 hastanın 85 kırığı değerlendirildi. Hastaların 47'si erkek (%78,3), 13'ü kadın (%21,7). Yaşları 17 ile 68 (ortalama 36.3) arasında idi. Hastaların 39'unda sol, 21'inde sağ önkol kırığı mevcuttu. Etyolojiyi en sık 22 hasta (%36.8) ile trafik kazalarının oluşturduğu görüldü. Kırıklar AO/ASIF sınıflamasına göre en fazla Tip A basit kırıklardı. Kırıkların en fazla orta 1/3 te olduğu görüldü. Hastaların 44 tanesinin kırıkları kapalı (%73,3), 16 tanesinin kırıkları açık (%26,7) kırıktı. 85 kırığın 71'inde plak vida osteosentez, 13'ünde inramedüller çivi, 1'inde ekstensör fiksatör kullanıldı. Hastalar en az 4 ay en fazla 70 ay (ortalama 30.2 ay) takip edildi. Radius kırığı olan bir hastamızda ve izole ulna kırığı olan iki hastada kaynama olmadığı görüldü. Önkol çift kemik kırıklı bir hastanın ulnasında kırık hattı distal ve proksimalinde lizis görüldü. Hastaların son kontrol muayenelerinde Grace-Eversman değerlendirme kriterlerine göre; 29 hastada (%48,4) mükemmel, 19 hastada (%31,6) iyi, 4 hastada (%6,6) kabul edilebilir ve 8 hastada (13,4) kötü sonuç elde edildi. Son kontrollerinde uygulanan DASH-T anketi değerlendirme ortalaması 8.2 (0,0-56) olarak değerlendirildi. Sonuç: Önkol kırıklarının cerrahi olarak tedavi edilmeli, fonksiyonel olarak iyi sonuç elde etmek için tam anatomik redüksiyon sağlanmalı, kemik uzunluğu korunmalıdır. Plak vida osteosentezin cerrahi tedavide en çok kullanılan ve hala altın standart tedavi yöntem olduğu fakat intramedüller çivilerin doğru uygulanması halinde plak vida osteosenteze iyi bir anternatif hatta bazı konularda üstün olduğu kanısına vardık. Anahtar sözcükler: Önkol kırıkları, radius, ulna, klinik ve radyolojik sonuçlar.specialization-in-medicine.listelement.badge Affecting Factors and Malnutrition Prevelance of 0-5 Year-Old Group Children in Van(2010) Sönmez, Bülent; Cesur, YaşarBu çalışmada, Van il merkezinde 0-5 yaş grubu çocuklarda malnütrisyon prevalansının belirlenmesi ve malnütrisyonun bazı değişkenlerle olan ilişkisinin incelenmesi amaçlandı. Kesitsel nitelikte olan bu çalışmaya 0-5 yaş grubundan 702 çocuk alındı. Çocuklar, ailelerin beyanına göre; düşük, orta ve yüksek sosyo-ekonomik düzey olmak üzere üç gruba ayrıldı. Düşük, orta ve yüksek sosyo-ekonomik düzeye göre gruplardaki sayılar sırasıyla 152, 329 ve 222 idi.Gomez sınıflaması kullanılarak yapılan değerlendirmede; 702 çocuğun %26.2'sinin hafif, %7.1'inin orta ve % 1.2'sinin ağır derecede malnütrisyonlu olduğu tespit edildi. Z skoru kullanılarak -2SD ve altında kalan değerler ölçüt alınarak bakıldığında boya göre ağırlık (zayıf), yaşa göre ağırlık (düşük kiloluk) ve yaş göre boy (bodurluk) oranları; sırasıyla %16.2, % 19.7 ve %17.7 idi. Bu oran; Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması 2008 verilerine göre bölgesel oranlarla örtüşürken, Türkiye geneline göre yüksekti. Bu durum, Van'ın son yıllarda çok göç almasına, düşük sosyoekonomik koşullara, anne ve/veya babanın eğitim seviyesinin düşüklüğüne ve coğrafik şartlara bağlanabilir.Gebelikler arasındaki süre, prematür doğum, ilk 4 ay içerisinde formül mama veya inek sütü başlama, anne sütünü 4 aydan az alma, ek besinlere erken başlama, gebelik sayısının fazla olması, düzenli multivitamin ve D vitamini almama, kronik hastalığa sahip olma, sosyo-ekonomik durumun düşük olması, anne-baba akrabalığı olması, babanın eğitim seviyesinin düşük olması ve babanın işsiz olması değişkenlerinin malnütrisyon gelişimi ile istatistiksel olarak anlamlı ilişkisi olduğu tespit edildi.Malnütriyon gelişimi ile kardeş sayısı, ailenin kaçıncı çocuğu olduğu, ölen ve/veya düşük kardeş öyküsü, evde yaşayan kişi sayısının çokluğu (iki ve daha fazla ailenin beraber yaşaması), bağışıklanma, sağlık çalışanlarının ziyaret sayısı, annenin yaşı, eğitim durumu ve mesleği, annenin sigara kullanımı, annenin alkol ve madde bağımlılığı, ailenin sosyal güvencesinin olması ile babanın yaşı arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki saptanmadı.Bir çocuğun büyümesinin normal olması, onun sağlıklı olduğunun bir göstergesidir. Çocukların büyümesinin izlenmesinde ve beslenme durumlarının değerlendirilmesinde antropometrik ölçümler önemli yer tutmaktadır.Bu çalışma ile, ilimizin de içinde bulunduğu düşük sosyo-ekonomik göstergelere sahip bölgelerde malnütrisyonun önlenmesinde anne sütü alımının, aile planlamasının ve büyümenin düzenli takibinin önemi saptandı.specialization-in-medicine.listelement.badge Aktif Tüberkülozlu Hastalarda Tedavi Öncesi ve Tedavi Süresince IFN-Gamma ve IL-2 Düzeylerinin Araştırılması(2000) Güdücüoğlu, Hüseyin; Berktaş, Mustafa2. ÖZET Bu çalışma aktif tüberkülozlu hastalarda, hastaların klinik seyri sırasında hücresel immunite göstergeleri olan sitokinlerin nasıl bir değişim gösterdiğini incelemek amacıyla planlanmıştır. Bu nedenle 18 aktif tüberküloz hastasından, tedavinin başında ve iki aylık süre sonunda, kan örnekleri alınarak, ELISA yöntemiyle serumlarında IL-2 ve IFN-y seviyelerine bakılmıştır. Yapılan araştırma sonucunda; hastalardan tedavi öncesi alınan ilk serum örneklerinde IL-2'nin 15-980 pg/ml, ikinci serum örneklerinde ise 15-490 pg/ml arasında olduğu, IFN-y için ilk serumlarda 15-22,2 pg/ml, ikinci serumlarda ise 15-28.5 pg/ml arasında olduğu saptanmıştır. Bu sonuçlara göre, iki sitokinden IFN-y' nın tedavi öncesi ve iki aylık tedavi sonrası ölçülen değerler arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmazken (p> 0.05), IL-2 değerleri arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p< 0.01). Aktif tüberkülozlu hastalarda IL-2 seviyelerinde tedavinin ikinci ayında alınan değerlerin, tedavi öncesi değerlere göre bariz olarak azaldığı; fakat IFN-y seviyesinde, tedavi öncesi ve iki aylık tedavi sonrasında anlamlı bir değişikliğin olmadığı sonucuna varılmıştır.specialization-in-medicine-thesis.listelement.badge Akyol F. Evaluation of Maternal Kidneys With 'acoustic Radiation Force Impulse Exitation (arfi)' Ultrasound Elastography in Hypertensive Disease of Pregnancy(2021) Akyol, Filiz; Gül, AbdulazizObjective: To determine the diagnostic efficiency of ultrasound elastography in preeclampsia by comparing renal cortical elasticity between pregnant women diagnosed with severe preeclampsia and the control group. Materials and Methods: 80 pregnant women who applied to Van Yüzüncü Yıl University Medical Faculty Gynecology and Obstetrics Clinic in 2020 were included in the study as two separate groups. 40 healthy pregnant women between the ages of 22-38 and without systemic pathology at 28-40 weeks of gestation were determined as control group(Group A) whereas 40 pregnant women who met the criteria for preeclampsia with severe features according to ACOG criteria were determined as the study group (Group B). The tests for Complete Blood Count, AST, ALT, Albumin, Total Protein, LDH, GGT, Total Biluribin, Direct Bilirubin, Urea, Creatine, uric acid TSH, CRP, Na, K, Cl, Ca, Mg, Protein-spot protein in 24-hour urine and creatinine-spot creatinine in 24-hour urine from all pregnant women who meet the study criteria are studied. Each group member participating in the study also underwent OGTT 75-gram screening, indirect ophthalmoscopy technique and peripheral blood smear evaluation as well as routine abdominal ultrasonography evaluation. As an ultrasound elastographic evaluation, 3 different real-time shear wave elastography (SWE) values were measured from both renal cortex at the upper, middle and lower levels, and the average of these 3 values was accepted as the final SWE value. The groups participating in the study were compared in terms of age, body mass index, gestational week, nulliparity, laboratory test results, renal cortex SWE elastography values. Results: The renal cortex mean SWE were found in control and study groups as 2.380 ±0.43 m/sn and 2.935 ±0.55 m/sn respectively. A statistically significant difference was found between the two groups (p<0.005). The SBP, DBP, OAP, protein in 24 hour urine, protein in spot urine, uric acid, LDH, GFR, creatinine in 24 hour urine, creatinine in spot urine were measured in gruop A and Group B, respectively as follows: 110.75±8.28mmHg –175.87±12.75 mmHg, 69.00±7.77 mmHg –110.87±6.39 mmHg, 82.79±7.75 mmHg –131.92 ±10.4 mmHg, 173.20±53.5 mg/day – 2666.60 ±311.98 mg/day, 11.32±4.73 mg/dl –157.00 ±233.30 mg/dl, 3.26±0.63 mg/dl – 6.61 ±1.07mg/dl, 192.6±22.66 U/L–303.7±12.62 U/L, 144.42 ±9.65 ml/dk – 84.42±6.57 ml/dk, 1167.54±105.10 mg/day –837.27±157.66 mg/day, 75.41 ±21.85 mg/dl –42.43±15.9 mg/dl. . A statistically significant difference was found between the groups (p<0.001 –p<0.03) Conclusion: Our study shows that maternal renal cortical stiffness is increased in preeclamptic pregnants with severe symptoms. In this context, our findings shows that ultrasound elastography is a reliable and clinically applicable diagnostic method that can be used in the diagnosis of severe preeclampsia.specialization-in-medicine.listelement.badge Alterations in Cerebral Oxygen Saturation in Patients Undergoing Thyroidectomy in Supine and Semi-Sitting Positions and Comparison of Their Effects on Postoperative Nausea and Vomiting.(2009) Güneş, Hacı Yusuf; Göktaş, UğurBu çalışmada tiroidektomi uygulanan hastalarda serebral oksijenasyonu monitorize ederek, supin ve yarı oturur pozisyonun serebral oksijenasyona etkileri ve serebral oksijen satürasyondaki değişikliklerle postoperatif bulantı kusma arasındaki ilişkinin incelenmesi amaçlanmıştır.Çalışmaya 27-60 yaş arasında, ASA fiziksel statüsü I-II olan 40 hasta (7 erkek, 33 kadın) alındı ve hastalar randomize olarak 2 gruba ayrıldılar. Tüm hastalara standart olarak anestezi indüksiyonu fentanil, tiyopental ve vekuronyum ile sağlandıktan sonra, hastalar endotrakeal tüple entübe edildiler ve idamede ise desfluran ve nitrözoksit/oksijen karışımı kullanıldı.Her iki gruptaki hastalarda serebral oksijen monitorizasyonu Invos SOMANETICS Cerebral Oximeter ile yapıldıktan sonra, birinci gruptaki hastalara 45º'lik yarı oturur pozisyon, ikinci gruptaki hastalara ise supin pozisyon verildi. Her iki grupta da boyun hafif ekstansiyonda olacak şekilde pozisyon verildi.Her iki grupta indüksiyon öncesi ve sonrası ile operasyonun bitimine kadar 5 dakika aralıklarla ve ani değişiklikler olduğunda tüm hemodinamik ölçümlerle beraber sürekli serebral oksijen satürasyonu ölçümü yapılarak veriler kaydedildi. İndüksiyon öncesi ölçülen değerler baseline değer değerleri olarak kabul edildi. Operasyonun bitiminden sonraki 2 saat süresince de hastalar postoperatif bulantı kusma bakımından takip edildiler.Her iki grup SpO2, etCO2, sol ve sağ rSO2 değerleri açısından karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmadı. KAH da grup 1 de 5, 40 ve 80. dk. larda anlamlı derecede artış saptandı. SKB grup 1 de 40. dk anlamlı derecede yüksek bulundu. DKB karşılaştırıldığında grup 1 de indüksiyon sonrası 1, 5, 25, 40, 45, 50, 60, 65 ve 80. dk da anlamlı derecede yüksek bulundu. OKB grup 1 de 25, 40, 50, 60 ve 65. dk da anlamlı derecede yüksek bulundu.Hemodinamik açıdan gruplar karşılaştırıldığında, sistolik, diastolik ve ortalama kan basıncı değerleriyle beraber kalp hızının preoperatif değerlere göre grup 2'de grup 1'e göre daha fazla düştüğü, ancak bu azalmaların preoperatif değerlerin %20'si dışına çıkmadığı gözlendi. Periferik oksijen satürasyonu ve end-tidal karbondioksit değerlerinde ise istatistiksel olarak anlamlı bir değişiklik saptanmadı. Serebral oksijen satürasyonu değerleri indüksiyon öncesi değerlerine göre grup 1'de 1, 5 ve 10. dakikalarda artarken, 95. dakikada düştü. Grup 2'de ise serebral oksijen satürasyonu 1 ve 5. dakikalarda artarken, 35-40.dakikalarda azaldı. Ancak her iki grupta da rSO2 değerlerinde, baseline rSO2 değerlerin %20'sinden fazla bir düşüş gözlenmedi. Postoperatif bulantı-kusma açısından gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı.Bu sonuçlara göre, tiroidektomi uygulanan hastalarda hem supin hem de yarı oturur pozisyonda serebral oksijen satürasyonu bakımından belirgin bir farklılık bulunmamaktadır. Oturur pozisyonda uygulanan tiroidektomilerde ortalama kan basıncının supin pozisyona göre daha stabil seyretmesine rağmen hemodinamik açıdan her iki pozisyon da iyi tolere edilmektedir. Serebral oksijen satürasyonu ile POBK arasında bir korelasyon bulunmadığını saptadık.Sonuç olarak verilen cerrahi pozisyonların yarattığı kardiyovasküler değişikliklerin, serebral otoregülasyon sınırları içerisinde kaldığı, rSO2 deki değişimlerin kişiye özel olmakla beraber hemodinamik değişikliklerle de paralellik gösterdiği, postoperatif bulantı-kusmanın serebral oksijen satürasyonu ile ilişkisinin olmadığı kanaatine varıldı. Bu konuda daha fazla olgu üzerinde ileri çalışmalara gereksinim olduğunu düşünmekteyiz.specialization-in-medicine.listelement.badge An Etiological, Clinical and Radiological Evaluation and Prognosis of Cerebral Venous Thrombosis(2012) Yılgör, Abdullah; Tombul, TemelAmaç: Bu çalışmanın amacı bölgemizde görülen SVT olgularının Beyin MR ve Venöz MR Anjiografi tetkikleri kullanılarak etyoloji, risk faktörleri ve prognozlarını belirlemektir.Gereç ve Yöntem: Retrospektif olarak planlanan bu çalışmaya 2008-2011 yılları arasında Venöz MR anjiografi incelemesinde SVT tanısı alan ve en az 3 ay sonra kontrol MR Anjiografi tetkiki olan 50 hasta dahil edilerek yapılmıştır. Hastalar yaş, cinsiyet, klinik prezentasyon, risk faktörleri, klinik belirtiler, beyin MR, venöz MR anjiografi olarak gruplara ayrılarak kategorik değişkenler için sayı ve yüzde ifadeleri kullanılmıştır. Risk faktörlerinden en fazla oranda saptananlar risk grubu olarak alınmış ve beyin MR ve takip venöz MR Anjiografide rekanalize olanlar ve almayanlar arasındaki ilişkiyi belirlemede Fisher'in kesin olasılık testi yapılmıştır.Bulgular: Olguların en sık görülen risk faktörleri olarak hematolojik faktörler (% 41.5) ve gebelik (% 17.1), puerperyum (% 9.8) saptanmıştır. SVT'nin bayanlarda sık olduğu (% 86), en sık trombofiliye yol açan hematolojik nedenler, gebelik ve puerperyum olarak bulunmuştur. Hastalarda rekanalizasyonun en az 3 aylık oranı % 72.5 olarak saptandı. En sık görülen tıkanma transvers sinüs % 60 ve ikinci sıklıkta birden fazla sinüs tutulumu ( %26) idi. Klinik başvuru semptomu olarak baş ağrısı (% 68), daha sonra ise fokal nörolojik defisite (% 30) yol açan akut inme tablosu görüldü. Ex olan 2 olgu dışında diğer olgularımızın prognozu iyi seyretmiştir. Risk grupları ile beyin MR (p=0.42) ve takip MR Anjiografi arasında anlamlı fark bulunamamıştır.Sonuç: SVT tanısında ve takibinde MR venografinin en iyi yöntem olduğu; erken tanı ve uygun tedavi ile rekanalizasyon oranının oldukça yüksek ve prognozun iyi olacağı kanısına varılmıştır. SVT etyolojisinde trombofilik bozuklukların yanısıra gebelik ve puerperyum en sık görülen risk faktörleri olarak dikkate alınmalıdır.specialization-in-medicine.listelement.badge An Investigation of Correlation Between Diameter and Pressure of Pulmonary Artery in Pulmonary Hipertension Cases Due To Biomass Smoke(2008) Sertoğullarından, Bünyamin; Özbay, BülentAmaç: Biomass dumanı maruziyetine bağlı pulmoner arteriyel hipertansiyon (PAH) bölgemizde yaygındır. Bu olgularda bilgisayarlı toraks tomografisi (BTT)' nde ölçülen ana pulmoner arter çapı (APAÇ) ile ekokardiografide ölçülen pulmoner arter basıncı (PAB) arasındaki ilişkiyi araştırdıkGereç ve Yöntem:Biomass maruziyeti olan 109 bayan olgu ile çalışıldı. Olgular tanılarına göre sınıflandırıldı (KOAH, emboli, idiopatik PAH benzeri grup (İPAHBG) ve asemptomatik). Normal PAB'na sahip 10 olguluk kontrol grubu oluşturuldu. Olguların yaş, biomass maruziyet süresi (yıl) ve biomass maruziyet yoğunluğu (saat/yıl), ekokardiyografik tahmini sistolik PAB, toraks BT APAÇ ve hastalık tanıları kaydedildi. PAB ile APAÇ arasındaki ilişki Pearson korelasyon testi ile incelendi. ve BT ölçüleri çalışma grubu ile karşılaştırıldı. Bulgular: APAÇ kontrol ve çalışma grubunda 26.9 ± 5.1 mm ve 37.1 ± 6.4 mm ölçüldü, (p<0.001). PAB kontrol ve çalışma grubunda 22.7 ± 2.4 mm ve 57,3 ± 22 mm ölçüldü, (p<0.001). PAB ile APAÇ arasında anlamlı pozitif korelasyon saptandı (r = 0.634 p< 0.01).Sonuç:Sonuç olarak çalışmamız biomass maruziyeti olan olgularda BTT' de ölçülen ana pulmoner arter çapı genişliği 29 mm ve üzerinde olan olgularda pulmoner hipertansiyon düşünülmesi gerektiğini göstermiştir.specialization-in-medicine.listelement.badge An Investigation of the Effects of Prenatally Applied Diclofenac Sodium on the Prostate Stroma?parenchyma Ratio in Rats: a Stereological Study(2010) Kara, Mikail; Rağbetli, Murat ÇetinGebelikte, diklofenak sodyum gebeliğin ve doğumun uzamasına ve özellikle plasentabariyerinden geçtiği için fetüse etki etmektedir. Çalışmamızın amacı diklofenak sodyumuygulanmış gebe sıçanlardan elde edilen 20 haftalık erişkin erkek sıçanların prostatmorfometrisinde stroma-parankim oranındaki değişikliklerin stereolojik metotlarlaaraştırılmasıdır.Sıçanlar bir gece boyunca çiftleşmeye bırakıldı. Çiftleşmenin ertesi günü vaginal plakgözlenen dişi sıçanlar, gebeliğin sıfırıncı (0.) günü olarak kabul edildi. Hayvanlar normal ışıkve karanlık siklusu ile 21 ±2 °C normal diyetle takibe alındı. Denek ve kontrol grubunaenjeksiyon gebeliğin beşinci gününde başlandı, 15 gün süreyle uygulandı. Postnatal 28. günde(3?4 hafta arası) yavruların erkek ve dişileri ayrılarak farklı kafese alındı. Çalışmamızdadenek, sham ve kontrol gruplarında altışar adet erkek vistar albino cinsi toplam 18 adet sıçankullanılmıştır. Gruplar 20 haftalık olunca derin anestezi altında perfüzyona alınarak prostattek parça olarak çıkarıldı, rutin histolojik takip metotlarından sonra parafine gömüldü.Dokulardan belirli aralıklarla 5 mikron kalınlığında kesitler alındı. İlk kesit rastgele seçildi,her 195. kesit çifti alındı. Kesitler; hematoksilen-eozin (HE) ve Masson trikrom ile boyandı.Stereolojik metotlardan Cavalieri prensibinin modifiye metodu kullanıldı. Alınan kesitlerdestroma-parankim volüm oranı, bileşik alan ölçüm cetveliyle ölçüldü. Stereolojik incelemesonucu sham grubu ve kontrol grubunda asiner doku %55 bağ doku %45, denek grubunda iseasiner doku %60 bağ doku ise %40 bulundu.Sonuç olarak gebelikte uygulanan diklofenak sodyumun postnatal 20 haftalık denekve kontrol grubunda sıçan prostat stroma?parankim oranına etkisinin istatistiksel açıdananlamlı olmadığı (P>0.05) gözlendi.Anahtar Sözcükler: Asiner doku, bağ doku, diklofenak sodyum, gebelik, prostat,stereolojispecialization-in-medicine-thesis.listelement.badge Analysis of Developmental Hip Dysplasia According To Graph in Ultrasonographic Imaging With Deep Learning Techniques(2023) Çelik, Ramazan; Gündüz, Ali Mahir; Yokuş, AdemAmaç: Bu çalışmada, Gelişimsel Kalça Displazisi tanısında kullanılan ultrasonografik Graf yöntemi verilerinin derin öğrenme teknikleri kullanılarak analiz edilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Ocak 2018-Eylül 2021 tarihleri arasında kalça ultrasonografisi yapılan, normal ve kalça çıkığı saptanan hastalar retrospektif olarak taranmıştır. 450 kadın ve 487 erkek olmak üzere toplam 947 hasta görüntüleri incelenmiştir. Graf yöntemine göre görüntü üzerinden işaretleme yapılmadan normal-çıkık kalça şeklinde 2 sınıf ve α açısına göre Graf yöntemi 4 sınıf şeklinde sınıflandırma yapılarak iki ayrı çalışma grubu oluşturuldu. Sınıflandırma yapılırken güncel derin öğrenme modellerinden EfficientNet modelinin 3 versiyonu kullanılmıştır. Bu modeller kullanılarak görüntülerden özellik çıkarımı gerçekleşmiş, çıkarılan derin özellikler makine öğrenmesi sınıflandırma algoritmaları yardımıyla sınıflandırılmıştır. Çıkarılan özellikler üzerinden en etkili özelliklerin çıkarılması için Temel Bileşenler Analizi kullanılarak özellik seçimi yapılmıştır. Bulgular: Derin öğrenme modelleri ile sınıflandırma aşamasında 1. grupta 2 sınıf için EfficientNetB1 modeli ile 0.9577 doğruluk değeri elde edilirken, 2. Grupta 4 sınıf için EfficientNetB0 modeli ile 0.8571 doğruluk değeri elde edilmiştir. Derin özellik çıkarımı yapıldıktan sonra sınıflandırıcılar ile elde edilen en yüksek doğruluk oranı 1. grupta EfficientNetB1 ile 0.99 iken, 2. grupta EfficientB0 ile 0.97 değeri elde edilmiştir. Sonuç: Gelişimsel Kalça Displazisi teşhisinde kullanılan Graf yöntemine göre ultrason bulgularınının derin öğrenme yöntemleriyle değerledirilmesi teşhis kolaylılığı sağlayarak radyoloji hekiminin iş yükünü önemli ölçüde azaltabilir.specialization-in-medicine-thesis.listelement.badge Analysis of Modic Degenerations Detected in Magnetic Resonance Imaging With Deep Learning Techniques(2022) Yüksek, Mehmet; Arslan, Harun; Yokuş, AdemBu çalışmamızda, manyetik rezonans görüntülemede(MRG) saptanan modic dejenerasyon bulgularının derin öğrenme teknikleri kulllanılarak analiz edilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: 2016-2021 yıllarında Lomber MRG tetkiki uygulanan, yaşları 19-86 arasında değişen 125'i kadın ve 182'si erkek toplam 307 hastada sagittal T1, sagittal ve aksiyel T2 ağırlıklı lomber MRG görüntüleri incelendi. Modic dejenerasyonlar(MD) sinyal değişikliklerine göre kategorize edilip işaretlendi. Çalışmamız sınıflandırma ve segmentasyon olmak üzere birbirinden bağımsız iki aşamadan oluşmaktadır. Kategorize edilen veriler ilk aşamada DenseNet-121, DenseNet-169, VGG-19 gibi ESA(evrişimli sinir ağı) mimarileri ile sınıflandırılmıştır. Daha sonraki aşamada ise işaretlenen resimler üzerinden resim işleme programlarıyla ESA mimarisi olan U-Net ile segmentasyon yapılarak maskeler çıkarılmıştır. Bulgular: Sınıflandırma aşamasında Modic-1, Modic-2, Modic-3 dejenerasyonlarda başarı oranı sırasıyla DenseNet-121'de %98, %96, %100 , DenseNet-169'da %100, %94, %100 , VGG-19'da %98, %92, %97 bulunmuştur. Segmentasyon aşamasında U-Net mimarisi ile başarı oranı %71 bulunmuştur. Sonuç: Bel ağrısı etiyolojisinde yer alan modic dejenerasyonların MRG bulgularının derin öğrenme mimarileriyle değerledirilmesi teşhis kolaylılığı sağlayarak radyoloji hekiminin iş yükünü önemli ölçüde azaltabilir.specialization-in-medicine-thesis.listelement.badge Analysis of Shunt Infections in Patients With Neural Tube Defect (meningomyelocele) and Hydrocephalus Who Underwent Ventriculoperiostoneal Shunting; 13 Years Experience of Our Clinic(2024) Aslan, Rabia; Yürektürk, EyyüpMeningomyelosel (MM) nöral tüp defektlerinin (NTD) en sık görülen tipidir. Kese tamiri sırasında veya sonrasında hidrosefali eşlik eden vakaların önemli bir kısmına şant takılması gerekmektedir. Şant enfeksiyonu uzun dönem prognozu etkileyen parametrelerden biridir ve hemen her zaman menenjit kliniği ile prezente olmaktadır. Çalışmamızda nöral tüp defekti (meningomyelosel) tanılı yenidoğan hastaları inceleyerek şant enfeksiyonu/menenjit olan hastaların risk faktörlerini, sebeplerini, hastalık yönetimini belirlemeyi amaçladık. Yöntem: Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Dursun Odabaş Tıp Merkezinde 01.01.2010 - 11.10.2023 tarihleri arasında doğan ve/veya hastanemize sevk ile gelen meningomyelosel tanılı yenidoğan hastaların dosyaları retrospektif olarak incelendi. Hastane otomasyon sisteminden hastaların dermografik bilgileri, hastanede yatış süresi, operasyon günü, laboratuvar tahlillerinden; beyin omurilik sıvısının (BOS) glukoz ve protein değerleri, kültür ve kültür antibiyogramları tarandı. Beyin bilgisayarlı tomografi (BT), beyin manyetik rezonans görüntüleme (MRG) ve transfontanel ultrasonografi (USG) raporları incelenerek hidrosefali ve eşlik eden ek anomaliler belirlendi. Ameliyat notlarından; flep ve şant uygulanıp uygulanmadığı, hasta epikrizlerinden ise meningomyelosel kese çapı ve yeri, kullanılan antibiyotikler, hastada olan diğer ek anomaliler, hastanın menenjit ve exitus olup olmadığı ile ilgili veriler taranmıştır. Bulgular: Meningomyelosel tanılı 430 hasta çalışmaya dahil edildi. Otuz dört hasta (%7.9) şant enfeksiyonu/menenjit olarak saptandı. Hastalarda kız cinsiyet oranı %52.8 idi. Şant enfeksiyonu/Menenjit olan hastalarda şant enfeksiyonu/menenjit olmayan hastalara göre anne yaşı anlamlı (p<0.05) olarak daha düşüktü. Hidrosefali oranı ve hastane süresi şant enfeksiyonu/menenjit olan hasta grubunda anlamlı olarak daha yüksekti (p<0.05). Çalışmamızda en çok üreyen patojenler Klebsiella Pneumoniae ve Staphylococcus Haemolyticus idi. Tedavide en sık kullanılan antibiyotikler ise Vankomisin ve Meropenem'di. Vakalardan 15 hasta (%3.5) exitus oldu. Şant enfeksiyonu/menenjit olan grupta menenjit olmayan gruba göre mortalite anlamlı olarak daha yüksekti (p<0.05). Sonuç: Meningomyelosellerde şant enfeksiyonu/menenjit olan hastaların, şant enfeksiyonu/menenjit olmayan hastalara göre hastane yatış süresi ve exitus oranı anlamlı olarak daha yüksek bulundu. Flep kapama yapılan hastalarda ve/veya operasyon zamanı 72 saatten uzun olan hastalarda da hastane yatış süresi daha uzun olduğu saptandı. Ortalama anne yaşı şant enfeksiyonu/menenjit olan grupta anlamlı olarak daha düşük bulundu. En sık üreyen BOS kültür patojeni Klebsiella Pnemoniae'ydı. Hastaların mümkün olan en erken dönemde opere edilmesi, genç yaş gebeliklerin önlenmesi için gerekli planlamaların yapılması ve hastane kaynaklı enfeksiyonları azaltacak tedbirlerin alınması büyük önem taşımaktadır.specialization-in-medicine-thesis.listelement.badge Analysis of the Socioeconomic and Educational Status of Patients Diagnosed With Stomach or Esophagus Cancer With Tuik Data(2023) Çiftçi, Ümit; Aydın, MesutAmaç: Birçok onkolojik hastalığın sosyoekonomik durumu iyi olmayan toplum ve bireylerde daha sık görüldüğü bilinmektedir. Sosyoekonomik durumu iyi olmayan toplumun ve hem sağlık bilinci hem de sağlık hizmetine ulaşma imkânı daha kısıtlıdır. Bu bireylerin çoğu sosyal güvence açısından devlet desteğine muhtaçtır. Ülkemizde devletten sosyal sigorta desteği alanlar yıllardır uygulanan Yeşilkart sistemi ile sağlık hizmetinden faydalanmaktadır. Yeşilkart sisteminde maddi durumu elveren bireyler cüzi bir ücret öder iken bunu da ödeyemeyecek durumda olan kişilerin bu primini devlet ödemektedir. Çalışanlar Sosyal Sigortalar kurumuna sağlık primi yatırırken (kendisi veya işveren tarafından), esnaf ise Bağ-Kur ismi verilen sistemle kendileri prim yatırmaktadır. Dolayısıyla sağlık primi ödeyemeyecek bireylerin sosyoekonomik açıdan alt gelir seviyesine dahil olduğu açıktır. Çalışmamızdaki amaç bu bilgilerden yola çıkarak bölgemizde ülkemizdeki diğer bölgelere nazaran daha sık görüldüğünü bildiğimiz özofagus ve mide kanserlerinin tespit edildiği bireylerin sosyoekonomik durumları, eğitim düzeyleri, yaşları, okuryazarlık durumları ve sosyal güvencelerinin tespit edilip hangi gelir grubunda bu hastalıkların daha sık görülebileceğini ortaya koymaktır. Yöntem: Çalışmamıza Haziran 2013 ile Haziran 2022 arası Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Onkoloji Kliniği'ne başvuran ve patolojik olarak hastanemizde ya da dış merkezde mide veya özofagus kanseri tanısı almış 100 hasta dahil edildi. 100 hastaya ek olarak, herhangi bir onkolojik tanısı olmayan 100 sağlıklı insanı da yine çalışmamıza dahil ettik. İletişime geçilen hasta veya yakınları ile kontrol grubundan yaş, primer tanı, ikamet ettikleri yerleşim birimi, medeni durumları, meslekleri, öğrenim durumları, aylık gelirleri, yaşadıkları evin mülk veya kira durumu, evin ısınma şekli, birinci derece yakınlarının mesleği ve öğrenim durumları sorgulandı ve kayıt altına alındı. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 100 hastanın 60' ı mide kanseri, 40'ı özofagus kanseri olup %62' si erkek, (hastaların %56' sı, sağlıklıların %68' i) %38'i ise kadın idi (hastaların %44' ü, sağlıklıların %32' si). Hastaların ortalama tanı yaşı 60,26 iken sağlıklıların ortalama yaşı 37,3 olarak saptanmıştır. Hastaların %33 'ü şehir merkezinde yaşarken %25 'i ilçe merkezi, %42 'si ise köyde yaşamaktaydı. Kontrol grubunda ise bu oranlar %66-30-4 olarak tespit edildi. Hastaların meslekleri ise şu şekilde idi; 56 kadından 45'inin ev hanımı (toplamın 5 %45'i, kadınların %80'i), genelde ise %12 işçi, %12 serbest, %8 emekli, %8 çiftçi, %8 işsiz, %7 diğer meslekler olarak ayrılmakta idi. Kontrol grubunda ise %43 memur, %19 ev hanımı, %15 esnaf, %9 işçi, %7 emekli ve %7 çiftçi olarak tespit edildi. Öğrenim durumu olarak hastaların %40'ının okuryazar dahi olmadığı, %13 okuryazar, %35 ilkokul mezunu, %4 ortaokul mezunu, %7 lise mezunu, %1 üniversite mezunu olduğu görüldü. Kontrol grubu ile karşılaştırıldığında hastaların eğitim düzeylerinin anlamlı şekilde düşük olduğu görüldü. (p: 0,001) Hasta ve kontrol grubu birinci derece yakınlarının mesleği ve eğitim durumları incelendiği zaman da yine benzer sonuçlar elde edilmiştir. Hastaların ailelerindeki toplam birey sayısı ortalama 5.99 olarak hesaplanmış, 18 yaş altı çocuk sayısı ise ortalama 1.82 olarak hesaplanmıştır. Bu oran kontrol grubunda ise 3.3 toplam birey, 0.93 çocuk sayısı olarak hesaplanmıştır. Hastaların evlerinin mülk ya da kira durumu sorgulandığında ise %84 ev sahibi (köyde yaşayanların çoğunun derme çatma köy evi olduğu belirtilmekte), %16 kira olarak görülmüştür. Hasta ve kontrol grubunun evlerinin mülk durumunun ev sahibi-kira açısından p değeri 0,001 olarak hesaplanmıştır. Evlerin ısınma düzeni sorgulandığında %21 doğalgaz ile, %79 soba ile ısındığı görülmüştür. Hasta ve kontrol grubunun evlerinin ısınma durumunun doğalgaz-soba açısından p değeri 0,001 olarak hesaplanmıştır. Hastaların aylık ortalama gelirleri sorgulandığında ise 2022 yılı aylık gelirlerinin ortalamasının 3520 TL olduğu görülmüştür. Kontrol grubunun aylık gelirinin ortalaması ise 15223 TL olarak hesaplanmıştır. Hastaların sağlık güvencelerinin ise şu şekilde olduğu öğrenildi; %69 Yeşil Kart' lı, %18 SSK' lı, % 10 BAĞ-KUR' lu, %3 Emekli Sandığı. Kontrol grubunda bu oranlar %8-55-31-6 olarak tespit edilmiştir. Sonuçlar: Özofagus ve mide kanserleri ülkemiz ve sosyoekonomik gelişmişlik seviyesi düşük bölgelerde hala önemli bir halk sağlığı sorunudur. Çalışmamızda da görüldüğü gibi eğitim düzeyi yüksek olan, ekonomik açıdan durumu iyi bireylerde ve kent yerleşimli bireylerde bu kanserler daha az sıklıkta görülmektedir. O halde bu kanserlerde erken tanı ve tedavi için 2 ana yöntem mevcut olmalıdır; birincisi, bu toplum ve bireylerde eğitim düzeyini ve sosyoekonomik durumu düzeltmek, ikincisi ise tarama programları geliştirerek önceliği bu gruplara vermek olmalıdır. Çalışmamızda Van ve çevre illerindeki özofagus ve mide kanseri vakalarının ülkemiz ortalamasının üzerinde seyretmesinin sosyoekonomik nedenlerini irdeledik. Bu konuda yapılacak daha kapsamlı çalışmalar toplumda bu kanserlerin insidansını azaltacak, erken tanı ve tedaviye yön verecektir. Anahtar kelimeler: Özofagus Kanseri, Mide Kanseri, Sosyoekonomik Durum, Eğitim Düzeyi, Sosyal Güvencespecialization-in-medicine-thesis.listelement.badge Anthropometric Analysis in Patients Applied for Aesthetic and Functional Rhinoplasty Operation(2021) Çelikkaleli, Ercan; Sultanoğlu, YılmazRinoplasti kelimesi, Yunanca 'rhinos' (burun) ve 'plastikos' (şekil vermek) sözcüklerinin birleşmesi ile oluşmaktadır ve buruna şekil vermek anlamına gelmektedir. Rinoplastinin amacı; nazal görünümde öngörülebilen değişimleri oluşturmak ve nazal fonksiyonları düzenlemektir. Burun cerrahisi, görünümü değiştirmek amaçlı uygulanan 'estetik rinoplasti' ve fonksiyonları iyileştirmek amaçlı uygulanan 'fonksiyonel rinoplasti' olarak iki ana grupta incelenmektedir.Burun antropometrik ölçümleri, rekonstrüktif ve estetik rinoplastinin doğru planlanması ve dolayısıyla arzu edilen sonuçların elde edilmesi için burnun boyutu ve şekli ile ilgili önemli veriler sağlayabilmektedir. Bu çalışmada; Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Plastik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Anabilim Dalına 2019-2020 tarihleri arasında başvuran 18-45 yaş aralığında estetik kaygıları olan 100 hasta ve fonksiyonel şikayetleri olan 100 hasta olmak üzere toplam 200 hasta incelenmiştir. Tüm hastaların preoperatif değerlendirilmesi yapılmıştır. Fonksiyonel şikayetleri olan hastalara Nasal Symptom Obstruction Evolation (NOSE) ve Sinonasal Outcome Test-22(SNOT-22) nazal fonksiyon değerlendirme skalaları yapılmıştır. Değerlendirmenin sonucuna göre fonksiyonel problemi olmayan estetik kaygısı olan hastalar ve fonksiyonel problemi olanlar diye ikiye ayrılmışlardır. Fonksiyonel problemleri olan hastalar da kendi içinde hafif, orta, ciddi ve aşırı kötü diye 4'e ayrılmışlardır. Frontal görüntü analizinde üst yüz yüksekliği (UFH), orta yüz yüksekliği (MFH), alt yüz yüksekliği (LFH), üst dudak uzunluğu (ULL), çene yüksekliği (SM), nazal kemik genişliği (XX), interkantal genişlik (EN-EN), nazal dorsum genişliği (WD-WD), interalar genişlik (AL-AL), Nazal uzunluk (N-T), rhinion deviasyon açısı, supratip deviasyon açısı ve tip deviasyon açısına bakıldı.. Lateral görüntü analizinde nazofrontal açı (NFR), nazofasial açı (NFA), tip açısı (TA), nazolabial açı (NLA), nazomental açı (NM), mentocervical açı (MC), tip projeksiyonu-goode yöntemi (TP), radix projeksiyonu (RP), premaksilla uzunluğu, kolumella uzunluğu, infralobül uzunluğu, columellar show, alt çene projeksiyonu, labiomental sulkus derinliği, alar ve kolumellar pozisyona bakıldı. Bazal görüntü analizinde Lobül/C'-Alar flare oranına, Lobül/Nazal taban genişliği oranına ve Kolumella/Lobül oranına bakıldı. Hastaların 104 (%52) 'ü kadın, 96 (%48)'sı erkekti. Yaş ortalaması toplamda ortalama 25.07 ±4.38, estetik grubunda 24.58 ± 3.65, fonksiyonel grupta 25.57 ± 4.98 idi. Antropomektik değerler içerisinde farklılıklara baktığımızda estetik ve fonksiyonel grup arasında nazal kemik genişliği ( p değeri 0.048), nazofrontal açı (p değeri 0.016), tip açısı ( p değeri 0.036), tip projeksiyonu (p değeri 0.013), radix projeksiyonu ( p değeri 0.006), kolumellar show ( p değeri 0.030), labiomental sulkus derinliği ( p değeri 0.011), kolumella/lobül oranı (p değeri 0.028) istatiksel olarak anlamlı bulundu. Diğer açı ve uzunluk ölçümleri arasında istatiksel olarak anlamlı fark gözlenmedi. Yapılan bu çalışma ve diğer yapılan antropometrik ölçüm çalışmaları popülasyonumuzdaki burun ölçülerinin Avrupa, Çin, Amerika ırklarındaki burun ölçülerinden farklı olduğunu göstermektedir.Ayrıca bu çalışmada diğer yapılan antropometrik çalışmalardan farklı olarak erkek/kadın ayrımı dışında fonksiyonel problemi olanlar ve olmayanlar, fonksiyonel problemi olanlar da kendi içinde sınıflandırıp karşılaştırılmıştır. Fonksiyonel problemi olan hastalarda antoropometrik yüz analizinde farklılıklar olabileceği gösterilmiştir. Yapılan bu çalışmada ortaya çıkan nazal antropometrik normlar, estetik ve rekonstrüktif cerrahi, genetik danışmanlık antropolojisi, sosyal antropoloji ve adli araştırmalar için bir kılavuz görevi görecektir.specialization-in-medicine.listelement.badge Antioxidants and Heavy Metal Levels in Early Miscarriages(2009) Yıldız, Cengiz; Kolusarı, AliAmaç: Bazı spontan erken gebelik kayıpları vakalarında etyoloji çok açık iken, bazılarında belli değildir. Spontan abortuslarda ağır metaller ve oksidatif stresin rolü olduğuna dair deliller de mevcuttur. Biz bu çalışmamızda etyolojisi karanlık olan spontan erken gebelik kayıplarında, çevresel abortus etkenlerinden ağır metalleri ve plasental antioksidan sistemlerinden katalaz düzeyini incelemeyi amaçladık.Gereç ve yöntem: Prospektif çalışmamıza Mart 2008 ve Ekim 2008 tarihleri arasında, Van YYÜ Kadın Hastalıkları ve Doğum polikliniği'ne ve Van Doğumevi' ne vajinal kanama ve/veya karın ağrısı şikayet ile başvuran 5- 10. gebelik haftaları arasındaki abortus inkompletus tanısı alan 50 hasta ve istemli küretaj yaptırmak isteyen 5- 10. gebelik haftasında olan 50 kontrol hasta dahil edildi.Bulgular: Çalışma sonucunda erken spontan gebelik kaybı olanlar ile kontrol grubu arasında katalaz aktivitesi açısından anlamlı fark bulundu. Vaka ve kontrol grubu arasında serum total demir, çinko, bakır, mangan, kadmiyum arasında anlamlı fark bulunurken iki grup arasında serum total magnezyum düzeyi açısından anlamlı fark bulunamadı.Sonuç: Çalışma sonucunda erken gebelik kayıbı olan hastalarda oksidatif stresin arttığını ve bunun sonucunda da vucudun savunma sistemlerinden olan antioksidatif sistemlerinin de buna bağlı olarak arttığını gördük. Ayrıca düşük yapanlarda serum ağır metallerinde azalma olduğunu bulduk. Bu bulgulardan yola çıkarak oksidatif stresin ve ağır metallerin erken gebelik kayıplarında rolü olabileceği, ancak ama bunun için daha geniş ve fazla sayıda çalışmaya ihtiyaç olduğunu düşünmekteyiz.